Term
|
Definition
a, (an) /ı, ın, en/ sıfat (herhangi) bir This is a table. Bu bir masadır. This is an apple. Bu bir elmadır. |
|
|
Term
|
Definition
a.m. /'ey'em/ isim geceyarısından öğlene kadar olan zaman 9 a.m. is 9 o'clock in the morning. 9 a.m., sabah saat dokuz demektir. |
|
|
Term
|
Definition
abandon /ı'bendın/ fiil terk etmek, bırakmak He abandoned his children. Çocuklarını terk etti. |
|
|
Term
|
Definition
ability /ı'bilıti/ isim yetenek He has the ability to do this job. O bu işi yapacak yeteneğe sahiptir. |
|
|
Term
|
Definition
able /'eybıl/ sıfat güçlü, yetenekli be able to fiil -ebilmek, -abilmek Are you able to lift this heavy suitcase? Bu ağır bavulu kaldırabilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
about /ı'baut/ zarf 1- hakkında This book is about Turkey. Bu kitap Türkiye hakkındadır. 2- aşağı yukarı, yaklaşık The holiday cost about 500 dollars. Tatil aşağı yukarı 500 dolara mal oldu. |
|
|
Term
|
Definition
above /ı'bav/ edat üstünde, yukarıda Atatürk's picture is above the blackboard. Atatürk'ün resmi tahtanın üstündedir. |
|
|
Term
|
Definition
absence /'ebsıns/ isim bulunmama, yokluk The boys were noisy during their teacher's absence. Öğretmenleri yokken çocuklar gürültücüydüler. |
|
|
Term
|
Definition
absent /'ebsınt/ sıfat burada değil, yok The student was absent for three days. Öğrenci üç gün yoktu. |
|
|
Term
|
Definition
absolutely /'ebsılu:tli/ zarf tümüyle; kesinlikle You are absolutely wrong. Kesinlikle yanılıyorsun. |
|
|
Term
|
Definition
absolutely /'ebsılu:tli/ zarf tümüyle; kesinlikle You are absolutely wrong. Kesinlikle yanılıyorsun. |
|
|
Term
|
Definition
accept /ık'sept/ fiil kabul etmek I accepted the wedding invitation. Düğün davetini kabul ettim. |
|
|
Term
|
Definition
access /'ekses/ isim giriş They couldn't find the access to the building. Binanın girişini bulamadılar. |
|
|
Term
|
Definition
accident /'eksidınt/ isim 1- kaza The car accident was very bad. Araba kazası çok kötüydü. 2- by accident tesadüfen, kazara He broke the window by accident. Camı kazara kırdı. |
|
|
Term
|
Definition
accommodation /ıkomı'deyşın/ isim yatacak yer, kalacak yer The company gave them free accommodation. Şirket onlara bedava kalacak yer verdi. |
|
|
Term
|
Definition
according to /ı'ko:ding tı/ edat -e göre According to my watch it is 5 o'clock. Benim saatime göre saat beş. |
|
|
Term
|
Definition
accountant /ı'kauntınt/ isim muhasebeci John has been working as an accountant for fifteen years. John on beş yıldır muhasebeci olarak çalışıyor. |
|
|
Term
|
Definition
accuse /ı'kyu:z/ fiil suçlamak I accused him of lying. Onu yalancılıkla suçladım. |
|
|
Term
|
Definition
ache /eyk/ isim ağrı She has an ache in her arm. Kolunda bir ağrı var. |
|
|
Term
|
Definition
achieve /ı'çi:v/ fiil başarmak, yapmak What do you want to achieve in your work? İşinde neyi başarmak istiyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
achieve /ı'çi:v/ fiil başarmak, yapmak What do you want to achieve in your work? İşinde neyi başarmak istiyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
across /ı'kros/ edat 1- bir yanından öteki yanına She walked across the park. Parkın bir yanından öteki yanına yürüdü.2- karşısında The post office is across the road. Postane yolun karşısındadır. |
|
|
Term
|
Definition
act /ekt/ fiil 1- hareket etmek, davranmak He is acting very strangely. Çok tuhaf davranıyor. 2- (rol) oynamak He acted as the King in the play. Oyunda Kral rolünü oynadı. |
|
|
Term
|
Definition
action /'ekşın/ isim hareket, iş You are responsible for your actions. Hareketlerinden sorumlusun. |
|
|
Term
|
Definition
active /'ektiv/ sıfat aktif, faal, etken She is an active girl in class. Sınıfta faal bir kızdır. |
|
|
Term
|
Definition
activity /ek'tiviti/ isim etkinlik He enjoys all the activities in school. Okuldaki bütün etkinliklerden hoşlanır. |
|
|
Term
|
Definition
actor /'ektı/ isim erkek oyuncu, aktör I want to be an actor. Oyuncu olmak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
actress /'ektris/ isim kadın oyuncu She was chosen the best actress last year. O geçen yıl en iyi kadın oyuncu seçildi. |
|
|
Term
|
Definition
actually /'ekçuıli/ zarf gerçekten, aslında Actually, he is more stupid than others. Aslında o diğerlerinden daha aptaldır. |
|
|
Term
|
Definition
add /ed/ fiil 1- ilave etmek, eklemek She added salt to the soup. Çorbaya tuz ilave etti. 2- toplamak If you add 4 and 3 you get 7. 4 ile 3'ü toplarsan 7 eder. |
|
|
Term
|
Definition
addition /ı'dişın/ isim 1- ilave, ek This new room is an addition to the office. Bu yeni oda büroya bir ektir. 2- toplama The addition was too hard for the students. Toplama öğrenciler için çok zordu. |
|
|
Term
|
Definition
additional /ı'dişınıl/ sıfat ek, ilave, ekstra We don't need any additional staff. Daha fazla elemana ihtiyacımız yok. |
|
|
Term
|
Definition
address /ı'dres/ isim adres What is your address? Adresiniz nedir? |
|
|
Term
|
Definition
adjective /'eciktiv/ isim (dilbilgisinde) sıfat "Beautiful" is an adjective. "Güzel" bir sıfattır. |
|
|
Term
|
Definition
adjust /ı'cast/ fiil ayarlamak Please adjust the car seat before driving. Lütfen sürmeden önce arabanın koltuğunu ayarlayın. |
|
|
Term
|
Definition
admire /ıd'mayı/ fiil hayran olmak He admired Atatürk. Atatürk'e hayran oldu. |
|
|
Term
|
Definition
adult /'edalt, ı'dalt/ isim yetişkin Only adults are allowed to marry. Sadece yetişkinler evlenebilir. |
|
|
Term
|
Definition
advance /ıd'va:ns/ fiil ilerlemek The army advanced to the city. Ordu şehre ilerledi. |
|
|
Term
|
Definition
advantage /ıd'va:ntic/ isim avantaj, yarar Speaking English is an advantage. İngilizce konuşmak bir avantajdır. |
|
|
Term
|
Definition
adventure /ıd'vençı/ isim macera, serüven I like watching adventure films. Serüven filmleri seyretmeyi severim. |
|
|
Term
|
Definition
adverb /'edvö:b/ isim (dilbilgisinde) belirteç, zarf "Slowly" is an adverb. "Yavaşça" bir belirteçtir. |
|
|
Term
|
Definition
advertisement /ıd'vö:tismınt/ isim ilan I put an advertisement in the paper. Gazeteye bir ilan verdim. |
|
|
Term
|
Definition
advice /ıd'vays/ isim nasihat, öğüt I need your advice. Tavsiyene ihtiyacım var. |
|
|
Term
|
Definition
adviser /ıd'vayzı/ isim danışman, müşavir The manager has seven advisers. Müdürün yedi danışmanı var. |
|
|
Term
|
Definition
aerial /'eıriıl/ isim anten There are 10 TV aerials on the roof. Çatıda 10 tane televizyon anteni var. |
|
|
Term
|
Definition
aeroplane /'eırıpleyn/ isim uçak This aeroplane flies to Australia. Bu uçak Avustralya'ya uçar. |
|
|
Term
|
Definition
affect /ı'fekt/ fiil etkilemek Smoking affects health. Sigara içmek sağlığı etkiler. |
|
|
Term
|
Definition
afraid /ı'freyd/ sıfat be afraid (of), (-den) korkmak He is afraid of snakes. O yılanlardan korkar. |
|
|
Term
|
Definition
after /'a:ftı/ edat -den sonra After dinner they went to the cinema. Akşam yemeğinden sonra sinemaya gittiler. |
|
|
Term
|
Definition
afternoon /a:ftı'nu:n/ isim öğleden sonra He went out in the morning and came home in the afternoon. Sabahleyin dışarı çıktı ve öğleden sonra eve geldi. |
|
|
Term
|
Definition
afterwards /'a:ftıwıdz/ zarf sonradan, sonra Afterwards, they left. Sonra gittiler. |
|
|
Term
|
Definition
again /ı'gen, ı'geyn/ zarf tekrar, yine Can you play that song again? O şarkıyı tekrar çalabilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
against /ı'genst/ edat karşı He threw the ball against the wall. Topu duvara karşı fırlattı. |
|
|
Term
|
Definition
age /eyc/ isim yaş Do you know my age? Yaşımı biliyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
agency /'eycınsi/ isim büro, acente Where is that travel agency? O seyahat acentası nerede? |
|
|
Term
|
Definition
aggressive /ı'gresiv/ sıfat saldırgan Some people become aggressive when they drink. Bazı insanlar içki içince saldırgan olurlar. |
|
|
Term
|
Definition
ago /ı'gou/ zarf önceTwo years ago I met him on the street. İki yıl önce onunla sokakta karşılaştım. |
|
|
Term
|
Definition
agree /ı'gri:/ fiil aynı fikirde olmak, katılmak He doesn't agree with me. Benimle aynı fikirde değil. |
|
|
Term
|
Definition
agreement /ı'gri:mınt/ isim sözleşme; anlaşma There is no agreement between the two sides. İki taraf arasında anlaşma yok. |
|
|
Term
|
Definition
aid /eyd/ isim yardım They got aid from the government. Hükümetten yardım aldılar. |
|
|
Term
|
Definition
aim /eym/ 1- fiil nişan almak The soldier aimed at the enemy. Asker düşmana nişan aldı. 2- isim amaç My aim is to help other people. Amacım diğer insanlara yardım etmektir. |
|
|
Term
|
Definition
air /eı/ isim hava He threw the ball into the air. Topu havaya fırlattı. |
|
|
Term
|
Definition
air-conditioner /'eıkındişını/ isim klima This car has an automatic air-conditioner. Bu arabanın otomatik bir kliması var. |
|
|
Term
|
Definition
aircraft /'eıkra:ft/ isim uçak(lar) It was a new model of aircraft. O yeni bir uçak modeliydi. |
|
|
Term
|
Definition
airhostess /'eıhoustis/ isim hostes My cousin is an airhostess. Kuzenim hostestir. |
|
|
Term
|
Definition
airline /'eılayn/ isim havayolu Cem always travels by Turkish Airlines. Cem hep Türk Havayolları ile seyahat eder. |
|
|
Term
|
Definition
airplane /'eıpleyn/ isim uçak Turkey has bought a lot of airplanes from France. Türkiye Fransa’dan çok uçak satın aldı. |
|
|
Term
|
Definition
airport /'eıpo:t/ isim havalimanı The plane landed at the airport. Uçak havalimanına indi. |
|
|
Term
|
Definition
alarm /ı'la:m/ isim alarm There is a very good alarm system in this bank. Bu bankada çok iyi bir alarm sistemi var. |
|
|
Term
|
Definition
album /'elbım/ isim albüm He put the photo in the album. Fotoğrafı albüme koydu. |
|
|
Term
|
Definition
alcohol /'elkıhol/ isim alkol Too much alcohol can be bad for your liver. Fazla alkol karaciğeriniz için kötü olabilir. |
|
|
Term
|
Definition
alike /ı'layk/ sıfat aynı, benzer Those two bicycles look alike. Şu iki bisiklet benzer görünüyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
alive /ı'layv/ sıfat canlı, hareketli Hey! This fish is still alive! Hey! Bu balık hala canlı! |
|
|
Term
|
Definition
all /o:l/ edat bütün, tüm, hepsi She put all her money in the bank. Bütün parasını bankaya koydu. |
|
|
Term
|
Definition
all right /o:l'rayt/ sıfat 1- Bir şey olmamış, iyi He was all right after the accident. Kazadan sonra iyiydi. 2- fena değil, idare eder The film was all right. Film fena değildi. 3- peki, tamam, olur"Let's go to the concert." "All right!" "Konsere gidelim." "Olur!" |
|
|
Term
|
Definition
alligator /'elıgeytı/ isim timsah There is an alligator in this river. Bu ırmakta bir timsah var. |
|
|
Term
|
Definition
allow /ı'lau/ fiil izin vermek Smoking is not allowed here. Burada sigara içmeye izin verilmiyor. |
|
|
Term
|
Definition
almost /'o:lmoust/ zarf hemen hemen, neredeyse He almost died in the car crash. Araba kazasında az kalsın ölüyordu. |
|
|
Term
|
Definition
alone /ı'loun/ sıfat, zarf tek başına, yalnız He lives alone. O tek başına yaşar. |
|
|
Term
|
Definition
along /ı'long/ zarf boyunca He walked along the road for three kilometres. Yol boyunca üç kilometre yürüdü. |
|
|
Term
|
Definition
aloud /ı'laud/ zarf yüksek sesle She read the book aloud. Kitabı yüksek sesle okudu. |
|
|
Term
|
Definition
alphabet /'elfıbet/ isim alfabe, abece There are 26 letters in the English alphabet. İngiliz alfabesinde 26 harf vardır. |
|
|
Term
|
Definition
already /o:l'redi/ zarf şimdiden, çoktan, zaten I have already had breakfast. Çoktan kahvaltı yaptım. |
|
|
Term
|
Definition
also /'o:lsou/ zarf de, da, bir de, ayrıca She sings beautifully and also plays the piano. Güzel şarkı söyler ve piyano da çalar. |
|
|
Term
|
Definition
alter /'o:ltı/ fiil 1- değişmek Istanbul has altered a lot since 1980. İstanbul 1980’den beri çok değişti. 2- değiştirmekI think we have to alter our plans. Sanırım planlarımızı değiştirmek zorundayız. |
|
|
Term
|
Definition
although /o:l'dou/ bağlaç -dığı halde, -e karşın, -dığı halde They are happy although they are poor. Yoksul oldukları halde mutlular. |
|
|
Term
|
Definition
altogether /o:ltı'gedı/ zarf tamamen, tümüyle, bütün bütün The ship disappeared altogether. Gemi tamamen gözden kayboldu. |
|
|
Term
|
Definition
always /'o:lweyz/ zarf daima, hep He is always late for school. O okula hep geç kalır. |
|
|
Term
|
Definition
am /'em/ fiil -ım, -im ,I am a student. Ben bir öğrenciyim. |
|
|
Term
|
Definition
amateur /'emıtı/ isim amatör He is only an amateur footballer. O sadece amatör bir futbolcu. |
|
|
Term
|
Definition
ambulance /'embyulıns/ isim ambulans, cankurtaran The ambulance took him to the hospital. Ambulans onu hastaneye götürdü. |
|
|
Term
|
Definition
among /ı'mang/ edat aralarında, arasında There was an apple among the oranges. Portakalların arasında bir elma vardı. |
|
|
Term
|
Definition
amount /ı'maunt/ isim miktar There is small amount of water in the cup. Fincanda az miktarda su var. |
|
|
Term
|
Definition
an /ın, en/ sıfat (herhangi) bir Can you give me an orange please? Lütfen bana bir portakal verebilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
analysis /ı'nelısis/ isim çözümleme, analiz He gives a good analysis of the text. Metni iyi çözümlüyor. |
|
|
Term
|
Definition
anchor /'enkı/ isim gemi demiri, çapa The ship had a very big anchor. Geminin çok büyük bir çapası vardı. |
|
|
Term
|
Definition
and /ınd, end/ bağlaç ve We sang and danced. Şarkı söyledik ve dans ettik. |
|
|
Term
|
Definition
anger /'engı/ isim öfke, kızgınlık, hiddetYou must learn to control your anger. Öfkeni kontrol etmeyi öğrenmelisin. |
|
|
Term
|
Definition
angle /'engıl/ isim köşe, açı A circle hasn't any angles. Dairenin köşesi yoktur. |
|
|
Term
|
Definition
angry /'engri/ sıfat kızgın The teacher was angry with the noisy students. Öğretmen gürültücü öğrencilere kızgındı |
|
|
Term
|
Definition
animal /'enimıl/ isim hayvan Cats, dogs, horses, cows and sheep are animals. Kediler, köpekler, atlar, inekler ve koyunlar hayvanlardır. |
|
|
Term
|
Definition
ankle /'enkıl/ isim ayak bileği She hurt her ankle. Ayak bileğini incitti. |
|
|
Term
|
Definition
annual /'enyuıl/ sıfat yıllık The two countries are holding annual talks. İki ülke yıllık konuşmalar düzenliyor. |
|
|
Term
|
Definition
another /ı'nadı/ sıfat 1- başka bir, başka Have you got another book? Başka kitabın var mı? 2- bir ... daha Do you want another drink? Bir içki daha ister misin? |
|
|
Term
|
Definition
answer /'a:nsı/ 1- fiil cevap vermek, yanıtlamak He answered the question. Soruyu yanıtladı. 2- isim cevap, yanıt He didn't know the answer. Yanıtı bilmiyordu. |
|
|
Term
|
Definition
ant /ent/ isim karınca Ants live in large groups. Karıncalar büyük gruplar halinde yaşarlar. |
|
|
Term
|
Definition
anxious /'enkşıs/ sıfat endişeli, merak içinde His mother was very anxious because he was late. Annesi endişeliydi çünkü geç kalmıştı. |
|
|
Term
|
Definition
any /'eni/ zamir hiç Have you any apples? Hiç elman var mı? |
|
|
Term
|
Definition
anybody /'enibodi/ zamir kimse, biri, hiç kimse Is there anybody at home? Evde kimse var mı? |
|
|
Term
|
Definition
anyone /'eniwan/ zamir kimse, biri, hiç kimse Has anyone seen my book? Kimse kitabımı gördü mü? |
|
|
Term
|
Definition
anything /'eniting/ zamir (hiç)bir şey I don't want anything. Hiçbir şey istemiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
anyway /'eniwey/ zarf neyse, yine de He doesn't like that place, but he will go there anyway. Orayı sevmiyor, ama yine de oraya gidecek. |
|
|
Term
|
Definition
anywhere /'eniweı/ zarf (hiç)bir yere, (hiç)bir yerde I can't see my jacket anywhere. Ceketimi hiçbir yerde göremiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
apart /ı'pa:t/ zarf ayrı The two buildings are 100 metres apart. İki bina birbirinden 100 metre ayrı. |
|
|
Term
|
Definition
apartment /ı'pa:tmınt/ isim daire, apartman dairesi Susan lives in an old apartment in the city center. Susan şehir merkezinde eski bir dairede yaşıyor. |
|
|
Term
|
Definition
apologize /ı'polıcayz/ fiil özür dilemek He apologized for being rude. Kabalığı için özür diledi. |
|
|
Term
|
Definition
apparently /ı'perıntli/ zarf görünüşe göre, anlaşılan Apparently she did not succeed. Anlaşılan başarılı olamadı. |
|
|
Term
|
Definition
appear /ı'piı/ fiil 1- gibi görünmek She appeared to be happy. Mutlu görünüyordu. 2- ortaya çıkmak, görünmek The monkey appeared on the stage suddenly. Birdenbire sahneye maymun çıktı. |
|
|
Term
|
Definition
appearance /ı'piırıns/ isim görünüm She had a healthy appearance. Sağlıklı bir görünümü vardı. |
|
|
Term
|
Definition
appetite /'epitayt/ isim iştah I haven't any appetite. Hiç iştahım yok. |
|
|
Term
|
Definition
apple /'epıl/ isim elma I ate two apples. İki elma yedim. |
|
|
Term
|
Definition
application /epli'keyşın/ isim başvuru His application for the job was not accepted. İş başvurusu kabul edilmedi. |
|
|
Term
|
Definition
apply /ı'play/ fiil başvurmak He wanted to apply for the job. İşe başvurmak istiyordu. |
|
|
Term
|
Definition
appoint /ı'poynt/ fiil atamak, tayin etmek We will appoint a new teacher soon. Yakında yeni bir öğretmen atayacağız. |
|
|
Term
|
Definition
appointment /ı'poyntmınt/ isim randevu I have an appointment at the hospital. Hastanede randevum var. |
|
|
Term
|
Definition
appropriate /ı'proupriıt/ sıfat uygun His words were not appropriate for the meeting. Sözleri toplantı için uygun değildi. |
|
|
Term
|
Definition
approximate /ı'proksimit/ sıfat yaklaşıkWhat is the approximate number of guests? Konukların yaklaşık sayısı nedir? |
|
|
Term
|
Definition
apricot /'eyprikot/ isim kayısı He bought a kilo of apricots. Bir kilo kayısı aldı. |
|
|
Term
|
Definition
april /'eypril/ isim nisanMerve was born on the first day of April. Merve nisanın ilk günü doğdu. |
|
|
Term
|
Definition
apron /'eyprın/ isim önlük My mother wears an apron in the kitchen. Annem mutfakta önlük giyer. |
|
|
Term
|
Definition
architect /'a:kitekt/ isim mimar My father is an architect. Babam mimardır. |
|
|
Term
|
Definition
are /ı, a:/ fiil -sin, -iz, -siniz; -dirlerYou are very kind. Çok naziksiniz. |
|
|
Term
|
Definition
area /'eıriı/ isim alan, bölge This area is larger than the other one. Bu alan öbüründen daha geniş. |
|
|
Term
|
Definition
argue /'a:gyu:/ fiil tartışmak You shouldn't argue with your friends. Arkadaşlarınla tartışmamalısın. |
|
|
Term
|
Definition
argument /'a:gyumınt/ isim tartışma They had an argument. Tartışma yaptılar. |
|
|
Term
|
Definition
arise /ı'rayz/, arose /ı'rouz/, arisen /ı'rizın/ fiil çıkmak, doğmak A new problem will arise if he comes late. Geç gelirse yeni bir sorun çıkacak. |
|
|
Term
|
Definition
arisen /ı'rizın/ fiil bkz. arise; A crisis has arisen in the agency. Acentada bir kriz çıktı. |
|
|
Term
|
Definition
arithmetic /ı'ritmıtik/ isim aritmetik I don't like arithmetic. Aritmetiği sevmem. |
|
|
Term
|
Definition
arm /a:m/ isim kol She broke her arm. Kolunu kırdı. |
|
|
Term
|
Definition
armchair /'a:mçeı/ isim koltuk This armchair is very comfortable. Bu koltuk çok rahat. |
|
|
Term
|
Definition
army /'a:mi/ isim ordu This lorry belongs to the army. Bu kamyon orduya aittir. |
|
|
Term
|
Definition
arose /ı'rouz/ fiil bkz. arise; A storm arose. Bir fırtına çıktı. |
|
|
Term
|
Definition
around /ı'raund/ edat etrafında, çevresinde; çevresine There were 6 chairs around the table. Masanın etrafında 6 sandalye vardı. |
|
|
Term
|
Definition
arrangement /ı'reyncmınt/ isim düzen, tertip The arrangement of the flowers is very nice. Çiçeklerin düzeni çok hoş. |
|
|
Term
|
Definition
arrest /ı'rest/ fiil tutuklamak The police arrested the thief. Polis hırsızı tutukladı. |
|
|
Term
|
Definition
arrive /ı'rayv/ fiil varmak, gelmek He arrived in London early in the morning. Londra'ya sabah erkenden vardı. |
|
|
Term
|
Definition
arrow /'erou/ isim ok The hunter shot the tiger with an arrow. Avcı kaplanı bir okla vurdu. |
|
|
Term
|
Definition
art /a:t/ isim sanat Do you like art? Sanatı sever misin? |
|
|
Term
|
Definition
artichoke /'a:tiçouk/ isim enginarArtichoke is a wonderful vegetable. Enginar harika bir sebzedir. |
|
|
Term
|
Definition
artificial /a:ti'fişıl/ sıfat yapay, suniJack has an artificial eye. Jack’in bir gözü yapay. |
|
|
Term
|
Definition
artist /'a:tist/ isim sanatçı; ressam That artist paints beautiful pictures. O ressam güzel resimler yapar. |
|
|
Term
|
Definition
as /ız, ez/ zarf 1- iken, -ken, -ince The play started as I got there. Oyun, ben oraya varınca başladı. 2- olarak She is perfect as a teacher. Öğretmen olarak mükemmeldir. 3- -dığı için, çünkü As it was getting late, I took a taxi. Geç olduğu için taksi tuttum. 4- as ... as kadar I run as fast as he does. Ben onun kadar hızlı koşarım. |
|
|
Term
|
Definition
ash /eş/ isim kül Clean the ashes from the carpet. Halıdan külleri temizle. |
|
|
Term
|
Definition
ashtray /'eştrey/ isim kül tablasıHe put the chewing gum in the ashtray. Sakızı kül tablasına koydu. |
|
|
Term
|
Definition
ask /a:sk/ fiil 1- sormak She asked me my age. Bana yaşımı sordu. 2- rica etmek, istemek I'll ask him to help me. Bana yardım etmesini rica edeceğim. |
|
|
Term
|
Definition
asleep /ı'sli:p/ sıfat uykuda, uyumakta The baby was asleep. Bebek uyumaktaydı. |
|
|
Term
|
Definition
aspect /'espekt/ isim görünüş, görünüm I don't like the angry aspect of him. Onun kızgın görünüşünden hoşlanmıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
aspirin /'esprin/ isim aspirin Have you any aspirin? Hiç aspirinin var mı? |
|
|
Term
|
Definition
assembly /ı'sembli/ isim toplantı, kurul He made a famous speech in the assembly. Toplantıda ünlü bir konuşma yaptı. |
|
|
Term
|
Definition
assist /ı'sist/ fiil yardım etmekThree students assisted the teacher. Üç öğrenci öğretmene yardım etti. |
|
|
Term
|
Definition
assistant /ı'sistınt/ isim 1- yardımcı His assistant is my friend. Onun yardımcısı arkadaşımdır. 2- tezgâhtar I work in a shop as an assistant. Bir dükkânda tezgâhtar olarak çalışıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
associate /ı'souşiıt/ isim ortak He is my associate. O benim ortağımdır. |
|
|
Term
|
Definition
association /ısousi'eyşın/ isim dernek, kurum He is a member of the dental association. O dişçiler derneğinin bir üyesidir. |
|
|
Term
|
Definition
assume /ı'syu:m/ fiil sanmak, farz etmek I assumed that she was wrong. Onun yanıldığını sanıyordum. |
|
|
Term
|
Definition
astonish /ı'stoniş/ fiil çok şaşırtmak The news astonished me. Haber beni çok şaşırttı. |
|
|
Term
|
Definition
astonished /ı'stonişt/ sıfat : be astonished, sıfat çok şaşırmak, hayret etmek He was astonished at the news. Habere çok şaşırdı. |
|
|
Term
|
Definition
astonishing /ı'stonişing/ sıfat hayret verici, şaşırtıcı He has an astonishing memory. O şaşırtıcı bir hafızaya sahip. |
|
|
Term
|
Definition
astronaut /'estrıno:t/ isim astronot, uzayadamı The astronaut is walking to the spaceship. Astronot uzaygemisine doğru yürüyor. |
|
|
Term
|
Definition
at /ıt, et/ edat -de, -da He is at school. O okulda. |
|
|
Term
|
Definition
ate /eyt/ fiil bkz. eat; The man ate all the melon. Adam bütün kavunu yedi. |
|
|
Term
|
Definition
athlete /'etli:t/ isim atlet The Turkish athlete won a gold medal. Türk atleti altın madalya kazandı. |
|
|
Term
|
Definition
atlas /'etlıs/ isim atlas There are maps of all the countries in the atlas. Atlasta bütün ülkelerin haritaları vardır. |
|
|
Term
|
Definition
atmosphere /'etmısfiı/ isim atmosfer The atmosphere contains many gases. Atmosfer birçok gaz içerir. |
|
|
Term
|
Definition
atom /'etım/ isim atom Everything is made up of atoms. Her şey atomlardan yapılmıştır. attic /'etik/ isim çatı odası, tavan arasıMy mother keeps my old toys in the attic. Annem eski oyuncaklarımı tavan arasında saklar. |
|
|
Term
|
Definition
attach /ı'teç/ fiil bağlamak, iliştirmek, eklemek Attach the paper to the cover of the book, please. Kâğıdı lütfen kitabın kapağına iliştir. |
|
|
Term
|
Definition
attack /ı'tek/ 1- fiil saldırmak The dog attacked the man. Köpek adama saldırdı. 2- isim saldırı The soldiers made an attack on the enemy. Askerler düşmana bir saldırı yaptılar. |
|
|
Term
|
Definition
attempt /ı'tempt/ fiil kalkışmak, girişmek Don't attempt to run away! Kaçmaya kalkışma! |
|
|
Term
|
Definition
attention /ı'tenşın/ isim dikkat, ilgi He listened to the teacher with attention. Öğretmeni dikkatle dinledi. |
|
|
Term
|
Definition
attitude /'etityu:d/ isim tutum Her attitude toward work is not so good. İşe karşı tutumu çok iyi değil. |
|
|
Term
|
Definition
attract /ı'trekt/ fiil cezbetmek, çekmek Her songs attracted so many people. Onun şarkıları birçok insanı çekti. |
|
|
Term
|
Definition
attractive /ı'trektiv/ sıfat çekici Your secretary is a very attractive woman. Sekreteriniz çok çekici bir kadın. |
|
|
Term
|
Definition
audience /'o:diıns/ isim dinleyiciler, izleyiciler There was an audience of 40.000 at the concert last night. Dün gece konserde 40.000 izleyici vardı. |
|
|
Term
|
Definition
aunt /a:nt/ isim hala, teyze, yenge My mother's sister is my aunt. Annemin kız kardeşi benim teyzemdir. |
|
|
Term
|
Definition
author /'o:tı/ isim yazar That author has written 20 books. O yazar 20 kitap yazdı. |
|
|
Term
|
Definition
authority /o:'toriti/ isim otorite, yetkili Who is the authority here? Burada yetkili kim? |
|
|
Term
|
Definition
automatic /o:tı'metik/ sıfat otomatik This camera is automatic. Bu fotoğraf makinesi otomatiktir. |
|
|
Term
|
Definition
automobile /'o:tımıbi:l/ isim otomobil, arabaThere are too many automobiles in this city. Bu şehirde çok fazla araba var. |
|
|
Term
|
Definition
autumn /'o:tım/ isim sonbahar, güz Autumn is the season after summer. Sonbahar yazdan sonraki mevsimdir. |
|
|
Term
|
Definition
available /ı'veylıbıl/ sıfat mevcut, hazır, elde edilebilir, müsait No one is available at the moment. Şu anda müsait kimse yok. |
|
|
Term
|
Definition
average /'evric/ isim ortalama His marks are below the average. Onun notları ortalamanın altındadır. |
|
|
Term
|
Definition
awake /ı'weyk/ fiil uyanık Are all the children awake? Bütün çocuklar uyanık mı? |
|
|
Term
|
Definition
award /ı'wo:d/ isim ödül He was given an award for his bravery. Ona cesareti için bir ödül verildi. |
|
|
Term
|
Definition
aware /ı'weı/ sıfat farkında, bilen Are you aware of your mistakes? Hatalarının farkında mısın? |
|
|
Term
|
Definition
away /ı'wey/ zarf 1- uzağa, uzakta My house is 6 kilometres away. Benim evim 6 kilometre uzaktadır. 2- başka yerde, yok She was away yesterday. O dün yoktu. |
|
|
Term
|
Definition
axe /eks/ isim balta He cut the tree with an axe. Ağacı bir balta ile kesti. |
|
|
Term
|
Definition
baby /'beybi/ isim bebek The baby is crying. Bebek ağlıyor. |
|
|
Term
|
Definition
back /bek/ 1- isim arka, sırt His back is aching. Sırtı ağrıyor. 2- zarf arkaya, geriye The teacher said, "Please move back." Öğretmen "Lütfen arkaya ilerleyin" dedi.3- zarf eski yerine, yine He put his coat back in the wardrobe. Paltosunu yine gardroba koydu. |
|
|
Term
|
Definition
backwards /'bekwıdz/ zarf geriye, arkaya The soldiers moved backwards. Askerler geriye doğru hareket ettiler. |
|
|
Term
|
Definition
bacon /'beykın/ isim domuz pastırması English people eat bacon and eggs for breakfast. İngilizler kahvaltıda domuz pastırması ve yumurta yerler. |
|
|
Term
|
Definition
bad /bed/ sıfat kötü Smoking is a bad habit. Sigara içmek kötü bir alışkanlık. |
|
|
Term
|
Definition
bag /beg/ isim çanta, çuval, torba They have stolen her bag. Çantasını çalmışlar. |
|
|
Term
|
Definition
baggage /'begic/ isim bagaj The passenger had a lot of baggage. Yolcunun çok bagajı vardı. |
|
|
Term
|
Definition
bake /'beyk/ fiil fırında pişirmek My mother is baking a cake. Annem fırında pasta pişiriyor. |
|
|
Term
|
Definition
baker /'beykı/ isim fırıncı That baker bakes beautiful bread. O fırıncı güzel ekmek pişirir. |
|
|
Term
|
Definition
balance /'belıns/ isim 1- terazi He put the tomatoes on the balance. Domatesleri teraziye koydu. 2- dengelemek Can you balance a ball on your nose? Topu burnunun üstünde dengeleyebilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
balcony /'belkıni/ isim balkon She hung the clothes on the balcony. Çamaşırları balkona astı. |
|
|
Term
|
Definition
ball /bo:l/ isim top She threw the ball to her friend. Topu arkadaşına attı. |
|
|
Term
|
Definition
ballet /'beley/ isim bale "Swan Lake" is a famous ballet. "Kuğu Gölü" ünlü bir baledir. |
|
|
Term
|
Definition
balloon /bı'lu:n/ isim balon The man is selling balloons. Adam balon satıyor. |
|
|
Term
|
Definition
ban /ben/ fiil yasaklamakThe government has banned smoking in many places. Hükümet birçok yerde sigara içmeyi yasakladı. |
|
|
Term
|
Definition
banana /bı'na:nı/ isim muz Monkeys like bananas. Maymunlar muzları severler. |
|
|
Term
|
Definition
bandage /'bendic/ isim sargı He put a bandage on the wound. Yaranın üzerine sargı koydu. |
|
|
Term
|
Definition
bang /beng/ fiil hızla çarpmak, vurmak He banged his head on the door. Kafasını kapıya çarptı. |
|
|
Term
|
Definition
bank /benk/ isim banka I'll get some money from the bank. Bankadan biraz para alacağım. |
|
|
Term
|
Definition
banner /'benı/ isim bayrak What is written on the banner? Bayrakta ne yazıyor? |
|
|
Term
|
Definition
bar /ba:/ isim 1- parça, kalıp I just had a bar of chocolate. Az önce bir parça çikolata yedim. 2- bar He got drunk at the bar. Barda sarhoş oldu. |
|
|
Term
|
Definition
barber /'ba:bı/ isim berber The barber cut his hair. Berber saçını kesti. |
|
|
Term
|
Definition
bare /beı/ sıfat çıplakOkan plays football with bare feet. Okan çıplak ayakla futbol oynar. |
|
|
Term
|
Definition
bark /ba:k/ fiil havlamak The dog barked all night. Köpek bütün gece havladı. |
|
|
Term
|
Definition
barrel /'berıl/ isim fıçı, varil We found empty barrels in the garden. Bahçede boş fıçılar bulduk. |
|
|
Term
|
Definition
barrier /'beriı/ isim engelThere are barriers across the border. Sınır boyunca engeller var. |
|
|
Term
|
Definition
base /beys/ fiil dayandırmak The film is based on a true story. Film gerçek bir öyküye dayanmaktadır. |
|
|
Term
|
Definition
baseball /'beysbo:l/ isim beyzbolBaseball is the most popular game in America. Beyzbol Amerika’da en sevilen oyundur. |
|
|
Term
|
Definition
basic /'beysik/ sıfat esas, temel You should know the basic rules of good driving. İyi araba kullanmanın temel kurallarını bilmelisin. |
|
|
Term
|
Definition
basis /'beysis/ isim esas, temel, asıl That piece of news has no basis. Bu haberin aslı yok. |
|
|
Term
|
Definition
basket /'ba:skit/ isim sepet She put the eggs in a basket. Yumurtaları bir sepete koydu. |
|
|
Term
|
Definition
basketball /'ba:skitbo:l/ isim basketbol Arzu has been playing basketball since she was nine years old. Arzu dokuz yaşından beri basketbol oynuyor. |
|
|
Term
|
Definition
bat /bet/ isim yarasaBats can’t see very well. Yarasalar çok iyi göremezler. |
|
|
Term
|
Definition
bathe /beyd/ fiil 1- yıkamak She bathed the baby. Bebeği yıkadı. 2- yüzmek He likes to bathe in the sea. O denizde yüzmeyi sever. |
|
|
Term
|
Definition
bathroom /'ba:tru:m/ isim banyo There is a shower in the bathroom. Banyoda bir duş var. |
|
|
Term
|
Definition
battery /'betıri/ isim akü; pil My watch needs a new battery. Saatimin yeni bir pile ihtiyacı var. |
|
|
Term
|
Definition
battle /'betıl/ isim savaş Many people died in the battle. Savaşta birçok insan öldü. |
|
|
Term
|
Definition
be /bi, bi:/ fiil was /waz, wız/, were /wö:, wı/, been /bi:n/ olmak She wants to be a movie star. Film yıldızı olmak istiyor. |
|
|
Term
|
Definition
beach /bi:ç/ isim plaj, kumsal I love going to the beach in summer. Yazın plaja gitmeyi severim. |
|
|
Term
|
Definition
bean /bi:n/ isim fasulye She grows beans in the garden. Bahçede fasulye yetiştirir. |
|
|
Term
|
Definition
bear /beı/ isim ayı There are bears in the forest. Ormanda ayılar var. |
|
|
Term
|
Definition
beard /biıd/ isim sakal He had a very long beard. Onun çok uzun bir sakalı vardı. |
|
|
Term
|
Definition
beautiful /'biu:tıfıl/ sıfat güzel Gökova is a very beautiful place. Gökova çok güzel bir yerdir. |
|
|
Term
|
Definition
beauty /'biu:ti/ isim güzellik She is famous for her beauty. O güzelliği ile ünlüdür. |
|
|
Term
|
Definition
became /bi'keym/ fiil bkz. become; He became very famous. Çok ünlü oldu. |
|
|
Term
|
Definition
because /bi'koz/ bağlaç çünkü I took my umbrella because it was raining. Şemsiyemi aldım çünkü yağmur yağıyordu. |
|
|
Term
|
Definition
become /bi'kam/ fiil became /bi'keym/, become /bi'kam/ olmak I want to become a computer programmer. Ben bilgisayar programcısı olmak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
bed /bed/ isim yatak This bed is more comfortable than the other one. Bu yatak öbüründen daha rahat. |
|
|
Term
|
Definition
bedroom /'bedrum/ isim yatak odası The bedroom had three beds. Yatak odasında üç yatak vardı. |
|
|
Term
|
Definition
bee /bi:/ isim arı Bees make honey. Arılar bal yapar. |
|
|
Term
|
Definition
beef /bi:f/ isim sığır eti I don't like beef. Sığır etini sevmem. |
|
|
Term
|
Definition
been /bi:n/ fiil bkz. be; Where have you been? Neredeydin? |
|
|
Term
|
Definition
beer /biı/ isim bira He drank too much beer and got drunk. Çok bira içti ve sarhoş oldu. |
|
|
Term
|
Definition
before /bi'fo:/ edat, zarf -den önce He had his dinner before going out. Dışarı çıkmadan önce akşam yemeğini yedi. |
|
|
Term
|
Definition
began /bi'gen/ fiil bkz. begin; The football match began at 3 o'clock. Futbol maçı saat 3'te başladı. |
|
|
Term
|
Definition
begin /bi'gin/ fiil began /bi'gen/, begun /bi'gan/ başlamakThat programme always begins at 9 o'clock. O program hep 9'da başlar. |
|
|
Term
|
Definition
beginning /bi'gining/ isim başlangıç The beginning of summer was not very hot. Yazın başlangıcı çok sıcak değildi. |
|
|
Term
|
Definition
begun /bi'gan/ fiil bkz. begin; I have begun to read this book. Bu kitabı okumaya başladım. |
|
|
Term
|
Definition
behave /bi'heyv/ fiil hareket etmek, davranmak Her children always behave well. Onun çocukları hep iyi davranır. |
|
|
Term
|
Definition
behind /bi'haynd/ edat arkasında, gerisinde The chair is behind the table. Sandalye masanın arkasındadır. |
|
|
Term
|
Definition
belief /bi'li:f/ isim inanç My belief in doctors began to shake. Doktorlara olan inancım sarsılmaya başladı. |
|
|
Term
|
Definition
believe /bi'li:v/ fiil inanmak I don't believe him. Ona inanmıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
bell /bel/ isim zil They didn't ring the bell on time. Zili zamanında çalmadılar. |
|
|
Term
|
Definition
belly /'beli/ isim göbek Sally’s sister has a huge belly. Sally’nin kızkardeşinin kocaman bir göbeği var. |
|
|
Term
|
Definition
belong /bi'long/ fiil ait olmak This car belongs to the boss. Bu araba patrona ait. |
|
|
Term
|
Definition
belongings /bi'longingz/ isim birinin kişisel eşyalarıPlease put your belongings in the safe. Lütfen kişisel eşyalarınızı kasaya koyunuz. |
|
|
Term
|
Definition
below /bi'lou/ edat aşağısında, altında There is a river below the village. Köyün altında bir ırmak var. |
|
|
Term
|
Definition
belt /belt/ isim kemer, kayış I want to buy a leather belt. Deri bir kemer almak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
bench /benç/ isim sıra, bank; tezgâh They sat on a bench in the park. Parktaki bir bankın üzerine oturdular. |
|
|
Term
|
Definition
bend /bend/ fiil bent /bent/, bent /bent/ eğmek; eğilmekThis wire bends easily. Bu tel kolayca eğilir. |
|
|
Term
|
Definition
benefit /'benifit/ isim yarar, çıkar, fayda I want to get the maximum benefit from the course. Kurstan azami yararı sağlamak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
bent /bent/ fiil bkz. bend; He bent the handle of the fork. Çatalın sapını eğdi. |
|
|
Term
|
Definition
beside /bi'sayd/ edat yanında, yanına There is a post office beside the restaurant. Lokantanın yanında bir postane var. |
|
|
Term
|
Definition
best /best/ sıfat en iyi Tom is the best student in the class. Tom sınıftaki en iyi öğrencidir. |
|
|
Term
|
Definition
bet /bet/ fiil bet /bet/ bahse girmek I bet he will win. Bahse girerim ki kazanacak. |
|
|
Term
|
Definition
better /'betı/ sıfat daha iyi John's English is better than Tony's. John'un İngilizcesi Tony' ninkinden daha iyidir. |
|
|
Term
|
Definition
between /bi'twi:n/ edat arasına, arasında There is a cinema between the post office and the police station. Postane ile polis karakolunun arasında bir sinema var. |
|
|
Term
|
Definition
bicycle /'baysikıl/ isim bisiklet I've got a racing bicycle. Benim bir yarış bisikletim var. |
|
|
Term
|
Definition
big /big/ sıfat büyük I want a big ice cream. Büyük bir dondurma istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
bill /bil/ isim hesap Can I have the bill please? Hesabı alabilir miyim lütfen? |
|
|
Term
|
Definition
billiards /'bilyıdz/ isim bilardo Do you know how to play billiards? Bilardo oynamasını biliyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
bind /baynd/ fiil bound /baund/ bağlamak We must bind up your wound. Yaranı bağlamalıyız. |
|
|
Term
|
Definition
binoculars /bi'nokyulız/ isim dürbün He watched the birds through his binoculars. Dürbünüyle kuşları seyretti. |
|
|
Term
|
Definition
bird /bö:d/ isim kuş I like birds very much. Kuşları çok severim. |
|
|
Term
|
Definition
birth /bö:t/ isim doğum I watched the birth of the kittens. Kedi yavrularının doğumunu seyrettim. |
|
|
Term
|
Definition
birthday /'bö:tdey/ isim doğum günü When is your birthday? Doğum günün ne zaman? |
|
|
Term
|
Definition
biscuit /'biskit/ isim bisküvi Can I have some biscuits? Biraz bisküvi alabilir miyim? |
|
|
Term
|
Definition
bit /bit/ isim 1- az miktar, parça 2- a bit biraz I need to relax a bit. Biraz dinlenmeye ihtiyacım var. |
|
|
Term
|
Definition
bite /bayt/ fiil bit /bit/, bitten /'bitın/ ısırmak Does your dog bite? Köpeğiniz ısırır mı? |
|
|
Term
|
Definition
bitter /'bitı/ sıfat acı, keskin This coffee is bitter. Bu kahve acı. |
|
|
Term
|
Definition
black /blek/ sıfat siyah, kara Her eyes are black. Onun gözleri siyah. |
|
|
Term
|
Definition
blackboard /'blekbo:d/ isim karatahta, tahta The teacher wrote the sentences on the blackboard. Öğretmen cümleleri tahtaya yazdı. |
|
|
Term
|
Definition
blanket /'blenkit/ isim battaniye Have you got another blanket? Başka battaniyeniz var mı? |
|
|
Term
|
Definition
bled /bled/ fiil bkz. bleed; His nose bled. Burnu kanadı. |
|
|
Term
|
Definition
bleed /bli:d/ fiil bled /bled/ kanamak The patient's leg was bleeding. Hastanın bacağı kanıyordu. |
|
|
Term
|
Definition
blew /blu:/ fiil bkz. blow; The wind blew hard last night. Dün gece rüzgâr sert esti. |
|
|
Term
|
Definition
blind /blaynd/ sıfat kör He has been blind from birth. O doğuştan kördür. |
|
|
Term
|
Definition
block /blok/ 1- isim kütük, büyük odun parçası There is a block on the way. Yolda bir kütük var. 2- fiil tıkamak, kapamak The tree blocked the way. Ağaç yolu tıkadı. |
|
|
Term
|
Definition
blond, blonde /blond/ sıfat, isim sarı saçlı, sarışın My sister is blonde. Kız kardeşim sarışındır. |
|
|
Term
|
Definition
blood /blad/ isim kan The butcher had blood on his hands. Kasabın ellerinde kan vardı. |
|
|
Term
|
Definition
bloody /'bladi/ sıfat kanla kaplı, kanlı Wars are always bloody. Savaşlar her zaman kanlı olur. |
|
|
Term
|
Definition
blouse /blauz/ isim bluz I wore a white blouse and a black skirt at the party. Partide beyaz bir bluz ve siyah bir etek giydim. |
|
|
Term
|
Definition
blow /blou/ fiil blew /blu:/, blown /bloun/ 1- üflemek Don't blow smoke in my face! Yüzüme duman üfleme! 2- esmek The wind blows all year here. Burada bütün yıl rüzgâr eser. |
|
|
Term
|
Definition
blown /bloun/ fiil bkz. blow;A cold wind has blown across the bridge. Köprünün üzerinde soğuk bir rüzgâr esti. |
|
|
Term
|
Definition
blue /blu:/ sıfat mavi Oceans are blue. Okyanuslar mavidir. |
|
|
Term
|
Definition
blush /blaş/ fiil yüzü kızarmak She blushes when she is embarrassed. Utandığı zaman yüzü kızarır. |
|
|
Term
|
Definition
board /bo:d/ isim tahta Where is the chess board? Satranç tahtası nerede? |
|
|
Term
|
Definition
boat /bout/ isim gemi, vapur; sandal The boat went to Sinop. Gemi Sinop'a gitti. |
|
|
Term
|
Definition
body /'bodi/ isim vücut, beden He has a strong body. O güçlü bir vücuda sahiptir. |
|
|
Term
|
Definition
boil /boyl/ fiil kaynamak; kaynatmak The water is boiling. Su kaynıyor. Please boil the eggs. Lütfen yumurtaları kaynat. |
|
|
Term
|
Definition
bomb /bom/ 1- isim bomba The Americans dropped atom bombs on Japan in 1945. Amerikalılar 1945'te Japonya'ya atom bombası attılar. 2- fiil bombalamak They bombed the camp. Kampı bombaladılar. |
|
|
Term
|
Definition
bone /boun/ isim kemik There are many bones in our bodies. Vücudumuzda birçok kemik vardır. |
|
|
Term
|
Definition
bonus /'bounıs/ isim prim Our boss will give us a Christmas bonus. Patronumuz bize Noel primi verecek. |
|
|
Term
|
Definition
book /buk/ isim kitap She read the book in two weeks. Kitabı iki haftada okudu. |
|
|
Term
|
Definition
booking /'buking/ isim rezervasyon, yer ayırtmaYou must make a booking for the holiday. Tatil için rezervasyon yaptırmalısın. |
|
|
Term
|
Definition
booklet /'buklit/ isim kitapçık, broşür They gave me a booklet about the language course. Bana dil kursu hakkında bir kitapçık verdiler. |
|
|
Term
|
Definition
bookshop /'bukşop/ isim kitabevi, kitapçı dükkânı This bookshop has thousands of books. Bu kitabevinde binlerce kitap var. |
|
|
Term
|
Definition
boot /bu:t/ isim çizme, bot His boots were very dirty. Çizmeleri çok kirliydi. |
|
|
Term
|
Definition
booth /bu:t/ isim kulübe, barakaExcuse me! Where is the nearest phone booth? Affedersiniz! En yakın telefon kulübesi nerede? |
|
|
Term
|
Definition
border /'bo:dı/ isim sınır He crossed the border from Turkey into Greece. Türkiye'den Yunanistan'a sınırı geçti. |
|
|
Term
|
Definition
bore /bo:/ fiil canını sıkmak Football bores me. Futbol canımı sıkar. |
|
|
Term
|
Definition
bored /bo:d/ sıfat canı sıkılmış I'm bored with this lesson. Bu dersten canım sıkıldı. |
|
|
Term
|
Definition
born /bo:n/ fiil doğmuş Atatürk was born in 1881. Atatürk 1881'de doğdu. |
|
|
Term
|
Definition
boss /bos/ isim patron, işveren My boss is very rich. Patronum çok zengindir. |
|
|
Term
|
Definition
both /bout/ zamir her ikisi (de), her ikisini (de) Both of my sisters are tall. Kız kardeşlerimin her ikisi de uzun boyludur. |
|
|
Term
|
Definition
bottle /'botıl/ isim şişe The bottle of water is on the table. Su şişesi masanın üzerinde |
|
|
Term
|
Definition
bottom /'botım/ isim alt, dip, kıç There are some tea leaves at the bottom of the glass. Bardağın dibinde biraz çay yaprağı var. |
|
|
Term
|
Definition
bought /bo:t/ fiil bkz. buy; I bought a new car yesterday. Dün yeni bir araba satın aldım |
|
|
Term
|
Definition
bound /baund/ fiil bkz. bind; The thief bound the little boy's hands. Hırsız küçük çocuğun ellerini bağladı. |
|
|
Term
|
Definition
bowl /boul/ isim kâse, tas, çanak Put the eggs in a bowl, please. Yumurtaları bir tasa koy lütfen. |
|
|
Term
|
Definition
box /boks/ isim kutu I can't lift those heavy boxes. Bu ağır kutuları kaldıramıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
boxer /'boksı/ isim boksör My brother wants to be a boxer. Kardeşim boksör olmak istiyor. |
|
|
Term
|
Definition
boy /boy/ isim erkek çocuk, oğlan There are 16 boys and 12 girls in our classroom. Bizim sınıfta 16 oğlan, 12 kız var. |
|
|
Term
|
Definition
bracelet /'breyslit/ isim bilezik She had a gold bracelet on her wrist. Bileğinde altın bir bilezik vardı. |
|
|
Term
|
Definition
bracket /'brekit/ isim parantez, ayraç Write your name in the brackets. Adını ayraç içinde yaz. |
|
|
Term
|
Definition
brain /breyn/ isim beyin We use our brains to think. Düşünmek için beynimizi kullanırız. |
|
|
Term
|
Definition
brake /breyk/ isim fren He put on the brakes to stop the car. Arabayı durdurmak için frene bastı. |
|
|
Term
|
Definition
branch /bra:nç/ isim dal; şube Those trees have very long branches. Şu ağaçların çok uzun dalları var. |
|
|
Term
|
Definition
brave /breyv/ sıfat cesur, yiğit Turkish soldiers are very brave. Türk askerleri çok cesurdur. |
|
|
Term
|
Definition
bread /bred/ isim ekmek Can I have some bread? Biraz ekmek alabilir miyim? |
|
|
Term
|
Definition
break /breyk/ fiil broke /brouk/, broken /'broukın/ 1- kırmak; kırılmak Did you break this window? Bu camı sen mi kırdın? 2- break down bozulmak Our car often breaks down in winter. Arabamız kışın sık sık bozulur. |
|
|
Term
|
Definition
breakfast /'brekfıst/ isim kahvaltı I haven't had breakfast yet. Henüz kahvaltı yapmadım. |
|
|
Term
|
Definition
breast /brest/ isim meme, göğüs She died of breast cancer. O göğüs kanserinden öldü. |
|
|
Term
|
Definition
breathe /bri:d/ fiil nefes almak, solumak He breathed the fresh air. Taze havayı soludu. |
|
|
Term
|
Definition
brick /brik/ isim tuğla Carry those bricks, please. Şu tuğlaları taşıyın lütfen. |
|
|
Term
|
Definition
bride /brayd/ isim gelin The bride hasn't come yet. Gelin henüz gelmedi. |
|
|
Term
|
Definition
bridegroom /'braydgru:m/ isim güvey, damat The bridegroom was very handsome. Damat çok yakışıklıydı. |
|
|
Term
|
Definition
bridge /bric/ isim köprü There are three bridges over the Haliç. Haliç'in üzerinde üç tane köprü vardır. |
|
|
Term
|
Definition
bright /brayt/ sıfat parlak The sun is very bright today. Güneş bugün çok parlak. |
|
|
Term
|
Definition
bring /bring/ fiil brought /bro:t/ getirmek Bring the paper here. Gazeteyi buraya getir. |
|
|
Term
|
Definition
broad /bro:d/ sıfat geniş The river was very broad. Nehir çok genişti. |
|
|
Term
|
Definition
broadcast /'bro:dka:st/ fiil yayın yapmak The TRT-sometimes broadcasts in English. TRT-bazen İngilizce yayın yapar. |
|
|
Term
|
Definition
broke , /brouk/ fiil bkz. break; She broke another plate. Bir tabak daha kırdı. |
|
|
Term
|
Definition
broken /'broukın/ fiil bkz. break; Look! Somebody has broken the window! Bak! Biri camı kırmış! |
|
|
Term
|
Definition
brother /'bradı/ isim erkek kardeş She has two brothers and a sister. Onun iki erkek bir kız kardeşi var. |
|
|
Term
|
Definition
brought /bro:t/ fiil bkz. bring; He brought his mother some beautiful flowers. Annesine güzel çiçekler getirdi. |
|
|
Term
|
Definition
brown /braun/ sıfat kahverengiMy girlfriend has beautiful brown eyes. Kızarkadaşımın güzel kahverengi gözleri var. |
|
|
Term
|
Definition
brush /braş/ 1- isim fırça Have you got a brush? Fırçan var mı? 2- fiil fırçalamak I brush my teeth twice a day. Dişlerimi günde iki kere fırçalarım. |
|
|
Term
|
Definition
bucket /'bakit/ isim kova Where is the bucket? Kova nerede? |
|
|
Term
|
Definition
build /bild/ fiil built /bilt/ inşa etmek, yapmak They are building a new bridge. Yeni bir köprü inşa ediyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
building /'bilding/ isim bina, yapı The new building is very high. Yeni bina çok yüksek. |
|
|
Term
|
Definition
built /bilt/ fiil bkz. build; They built a hotel near the beach. Plajın yanında bir otel inşa ettiler. |
|
|
Term
|
Definition
bull /bul/ isim boğa That bull is very dangerous. Şu boğa çok tehlikelidir. |
|
|
Term
|
Definition
bullet /'bulit/ isim kurşun, mermi He put a bullet in his gun. Silahına bir kurşun koydu. |
|
|
Term
|
Definition
bump /bamp/ fiil çarpmak He bumped into me. Bana çarptı. |
|
|
Term
|
Definition
bungalow /'bangılou/ isim tek katlı ev, bungalovWe stayed in a lovely bungalow. Sevimli bir bungalovda kaldık. |
|
|
Term
|
Definition
burglar /'bö:glı/ isim ev soyan hırsız, hırsızThe burglar stole my video. Hırsız videomu çaldı. |
|
|
Term
|
Definition
burn /bö:n/ fiil burnt /bö:nt/ yanmak; yakmak Your house is burning! Eviniz yanıyor! |
|
|
Term
|
Definition
bury /'beri/ fiil gömmek They buried the dead man. Ölü adamı gömdüler. |
|
|
Term
|
Definition
bus /bas/ isim otobüs I usually travel by bus. Genellikle otobüsle seyahat ederim. |
|
|
Term
|
Definition
business /'biznis/ isim iş Mecidiyeköy is a business center. Mecidiyeköy bir iş merkezidir. |
|
|
Term
|
Definition
businessman /'biznismın/ isim (çoğulu businessmen /'biznismen/) iş adamı My uncle is a rich businessman. Amcam zengin bir iş adamıdır. |
|
|
Term
|
Definition
busy /'bizi/ sıfat meşgul; işlek I'm very busy at the moment. Şu anda çok meşgulüm. |
|
|
Term
|
Definition
but /bıt, bat/ bağlaç fakat, ama, ancak He won, but he was not happy. Kazandı, ama mutlu değildi. |
|
|
Term
|
Definition
butcher /'buçı/ isim kasap His father is a butcher. Onun babası bir kasaptır. |
|
|
Term
|
Definition
butcher's /'buçız/ isim kasap (dükkânı)He worked at a butcher’s for six years. O altı yıl bir kasap dükkânında çalıştı. |
|
|
Term
|
Definition
butter /'batı/ isim tereyağı Can I have some butter? Biraz tereyağı alabilir miyim? |
|
|
Term
|
Definition
button /'batın/ isim düğme Can you sew a button on my shirt? Gömleğime bir düğme dikebilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
buy /bay/, bought /bo:t/ fiil satın almak I always buy bread at the bakery. Ben hep ekmeği fırından alırım. |
|
|
Term
|
Definition
by /bay/ edat 1- yanında There is a house by the river. Nehrin yanında bir ev var. 2- ile Are you coming by car? Arabayla mı geliyorsun? 3- tarafından “Hamlet” was written by Shakespeare. “Hamlet” Shakespeare tarafından yazılmıştır. |
|
|
Term
|
Definition
bye /bay/ ünlem 1- hoşça kalI have to go now. Bye! Şimdi gitmek zorundayım. Hoşça kal! 2- güle güle Please come again. Bye! Lütfen yine gel. Güle güle! |
|
|
Term
|
Definition
cable /'keybıl/ isim kablo Don't touch the cable. Kabloya dokunma. |
|
|
Term
|
Definition
cafe /'kefey/ isim kafeShe went to the cafe for lunch. Öğlen yemeği için kafeye gitti. |
|
|
Term
|
Definition
cafeteria /kefi'tiıriı/ isim kafeteryaThey make delicious sandwiches in that cafeteria. O kafeteryada lezzetli sandviçler yaparlar. |
|
|
Term
|
Definition
cage /keyc/ isim kafes There was a parrot in the cage. Kafeste bir papağan vardı. |
|
|
Term
|
Definition
cake /keyk/ isim pasta, kek She made a chocolate cake for his birthday. Onun doğum günü için bir çikolatalı pasta yaptı. |
|
|
Term
|
Definition
calculator /'kelkyuleytı/ isim hesap makinesi I added up the numbers on the calculator. Hesap makinesinde sayıları topladım. |
|
|
Term
|
Definition
calendar /'kelındı/ isim takvim Calendars show all the days of the year. Takvimler yılın bütün günlerini gösterir. |
|
|
Term
|
Definition
call /ko:l/ fiil 1- adını vermek, demek They called the baby Erkut. Bebeğe Erkut adını verdiler. 2- çağırmak Call me when the dinner is ready. Akşam yemeği hazır olunca beni çağır. 3- telefon etmek, aramakI will call you back in ten minutes. Seni on dakika içinde tekrar arayacağım. |
|
|
Term
|
Definition
calm /ka:m/ sıfat sakin Orhan is always calm. Orhan her zaman sakindir. |
|
|
Term
|
Definition
came /keym/ fiil bkz. come; They came home last night. Eve dün gece geldiler. |
|
|
Term
|
Definition
camel /'kemıl/ isim deve Camels can live in deserts. Develer çölde yaşayabilirler. |
|
|
Term
|
Definition
camera /'kemırı/ isim fotoğraf makinesi He took a photo with his camera. Fotoğraf makinesiyle bir fotoğraf çekti. |
|
|
Term
|
Definition
camp /kemp/ isim kamp There is only one tent in the camp. Kampta sadece bir çadır var. |
|
|
Term
|
Definition
campaign /kem'peyn/ isim kampanya They started a new campaign to increase the sales. Satışları arttırmak için yeni bir kampanya başlattılar. |
|
|
Term
|
Definition
can /kın, ken/ fiil (olumsuzu can't /ka:nt/) -ebilmek, -abilmek I can swim but I can't dive. Yüzebilirim ama dalamam. |
|
|
Term
|
Definition
cancel /'kensıl/ fiil iptal etmek She cancelled her trip to New York because she was sick. Hasta olduğu için New York gezisini iptal etti. |
|
|
Term
|
Definition
cancer /'kensı/ isim kanser Smoking can cause lung cancer. Sigara içmek akciğer kanserine yol açabilir. |
|
|
Term
|
Definition
candle /'kendıl/ isim mumHis mother put seven candles on her birthday cake. Annesi doğum günü pastasına yedi tane mum koydu. |
|
|
Term
|
Definition
candy /'kendi/ isim şeker, şekerlemeToo much candy is harmful for your teeth. Fazla şeker dişlerin için zararlıdır. |
|
|
Term
|
Definition
cap /kep/ isim kasket, başlık, kepBaseball players always wear caps. Beysbol oyuncuları hep kasket giyerler. |
|
|
Term
|
Definition
capable /'keypıbıl/ sıfat yetenekli He is capable of solving that problem. O problemi çözebilir. |
|
|
Term
|
Definition
capacity /kı'pesiti/ isim kapasite What is the capacity of this tank? Bu deponun kapasitesi ne kadar? |
|
|
Term
|
Definition
capital /'kepitıl/ isim başkent Ankara is the capital of Turkey. Ankara Türkiye'nin başkentidir. |
|
|
Term
|
Definition
captain /'keptın/ isim kaptan Who is the captain of this ship? Bu geminin kaptanı kim? |
|
|
Term
|
Definition
capture /'kepçı/ fiil esir almakThey captured him in the war. Onu savaşta esir aldılar. |
|
|
Term
|
Definition
car /ka:/ isim otomobil, araba His car was broken. Arabası bozuldu. |
|
|
Term
|
Definition
card /ka:d/ isim kart He forgot to take his identity card with him. Kimlik kartını yanına almayı unuttu. |
|
|
Term
|
Definition
cardigan /'ka:digın/ isim örgü ceket, hırka She put on a cardigan because it was cold. Bir hırka giydi çünkü hava soğuktu. |
|
|
Term
|
Definition
care /keı/ fiil umursamak, aldırmak, ilgilenmek He doesn't care who will win the match. Maçı kimin kazanacağı umurunda değil. |
|
|
Term
|
Definition
careful /'keıfıl/ sıfat dikkatli; özenli Be careful when you cross the street. Caddede karşıdan karşıya geçerken dikkatli ol. |
|
|
Term
|
Definition
carefully /'keıfıli/ zarf dikkatle He listened to the teacher carefully. Öğretmeni dikkatle dinledi. |
|
|
Term
|
Definition
careless /'keılis/ sıfat dikkatsiz He is very careless and often makes mistakes. O çok dikkatsizdir ve sık sık yanlışlıklar yapar. |
|
|
Term
|
Definition
carnation /ka:'neyşın/ isim karanfil I picked some beautiful carnations. Birkaç güzel karanfil topladım. |
|
|
Term
|
Definition
carpet /'ka:pit/ isim halı This carpet is very old. Bu halı çok eskidir. |
|
|
Term
|
Definition
carrot /'kerıt/ isim havuç Rabbits love carrots. Tavşanlar havucu çok sever. |
|
|
Term
|
Definition
carry /'keri/ fiil taşımak Can I carry your bag for you? Sizin için çantanızı taşıyabilir miyim? |
|
|
Term
|
Definition
cart /ka:t/ isim at arabası We want a cart tour on the island. Adada bir at arabası turu istiyoruz. |
|
|
Term
|
Definition
cartoon /ka:'tu:n/ isim çizgi film Mickey Mouse is a famous cartoon character. Miki Maus ünlü bir çizgi film karakteridir. |
|
|
Term
|
Definition
case /keys/ isim çanta What have you got in your case? Çantanda ne var? |
|
|
Term
|
Definition
cash /keş/ isim nakit para We only accept cash here. Biz burada sadece nakit para kabul ediyoruz. |
|
|
Term
|
Definition
cashier /ke'şiı/ isim kasiyerThe cashiers in this supermarket are very friendly. Bu süpermarketteki kasiyerler çok canayakınlar. |
|
|
Term
|
Definition
cassette /kı'set/ isim kaset Where did you buy this cassette? Bu kaseti nereden satın aldın? |
|
|
Term
|
Definition
castle /'ka:sıl/ isim şato There is an old castle on the hill. Tepede eski bir şato var. |
|
|
Term
|
Definition
cat /ket/ isim kedi Cats have sharp claws. Kedilerin keskin pençeleri olur. |
|
|
Term
|
Definition
catalogue /'ketılog/ isim katalog Mercedes sends its customers a catalogue every year. Mercedes müşterilerine her yıl katalog gönderir. |
|
|
Term
|
Definition
catch /keç/ fiil caught /ko:t/ yakalamak The police couldn't catch the robbers. Polis soyguncuları yakalayamadı. |
|
|
Term
|
Definition
caught /ko:t/ fiil bkz. catch; The police caught the robbers yesterday. Polis dün soyguncuları yakaladı. |
|
|
Term
|
Definition
cauliflower /'koliflauı/ isim karnabahar Cauliflower is my favourite vegetable. Karnabahar en sevdiğim sebzedir. |
|
|
Term
|
Definition
cause /ko:z/ fiil neden olmak, yol açmak His carelessness caused the mistake. Dikkatsizliği hataya yol açtı. |
|
|
Term
|
Definition
cease /si:s/ fiil durmak, dinmekThe rain ceased at midnight. Yağmur geceyarısı durdu. |
|
|
Term
|
Definition
ceiling /'si:ling/ isim tavan The ceiling of the house was very low. Evin tavanı çok alçaktı. |
|
|
Term
|
Definition
celebrate /'selibreyt/ fiil kutlamak We celebrated Rick’s birthday in the classroom. Rick’in doğum gününü sınıfta kutladık. |
|
|
Term
|
Definition
cell /sel/ isim hücre All living matters have cells. Bütün canlıların hücreleri vardır. |
|
|
Term
|
Definition
cellphone /'selfoun/ isim cep telefonu Many people use cellphones today. Bugün birçok insan cep telefonu kullanmaktadır. |
|
|
Term
|
Definition
cement /si'ment/ isim çimentoThere is a cement factory in Çanakkale. Çanakkale’de bir çimento fabrikası var. |
|
|
Term
|
Definition
cemetery /'semitri/ isim mezarlık They buried him in this cemetery. Onu bu mezarlığa gömdüler. |
|
|
Term
|
Definition
center /'sentı/ isim merkez His shop is in the center of the city. Dükkânı şehrin merkezindedir. |
|
|
Term
|
Definition
centigrade /sen'tigreyd/ isim santigratCentigrade is a scale of temperature. Santigrat bir ısı ölçüsüdür. |
|
|
Term
|
Definition
centimetre /'sentimi:tı/ isim santimetre This ruler is 30 centimetres long. Bu cetvel 30 santimetre uzunluktadır. |
|
|
Term
|
Definition
central /'sentrıl/ sıfat merkezi There is no central heating in the room. Odada merkezi ısıtma yok. |
|
|
Term
|
Definition
century /'sençıri/ isim yüzyıl We live in the 21st century. 21. yüzyılda yaşıyoruz. |
|
|
Term
|
Definition
cereal /'siıriıl/ isim tahıl Rice is a cereal. Pirinç bir tahıldır. |
|
|
Term
|
Definition
certain /'sö:tin/ sıfat emin Are you certain the train leaves at 9 o'clock? Trenin 9'da kalktığından emin misin? |
|
|
Term
|
Definition
certainly /sö:tinli/ zarf kesinlikle, tabii "Will you come with me?" "Certainly." "Benimle gelir misin?" "Tabii." |
|
|
Term
|
Definition
certificate /sı'tifikıt/ isim sertifika, belgeWhen you pass the exam you will get a certificate. Sınavı geçince bir sertifika alacaksın. |
|
|
Term
|
Definition
chain /çeyn/ isim zincir I've lost my gold chain. Altın zincirimi kaybettim. |
|
|
Term
|
Definition
chair /çeı/ isim iskemle, sandalye He sat on the chair. Sandalyeye oturdu. |
|
|
Term
|
Definition
chairman /'çeımın/ isim (toplantıda) başkan He is chairman of the meeting. O toplantının başkanıdır. |
|
|
Term
|
Definition
chalk /ço:k/ isim tebeşir Can you bring me some chalk, please? Bana biraz tebeşir getirebilir misin lütfen? |
|
|
Term
|
Definition
chamber /'çeymbı/ isim odaHe died in the gas chamber. Gaz odasında öldü. |
|
|
Term
|
Definition
champion /'çempiın/ isim şampiyon One of the boxers is going to be the champion. Boksörlerden biri şampiyon olacak. |
|
|
Term
|
Definition
chance /ça:ns/ isim fırsat, şans He has the chance to go to America. O Amerika'ya gitme fırsatına sahip. |
|
|
Term
|
Definition
change /çeync/ 1- fiil değişmek; değiştirmek You have changed a lot. Çok değişmişsin. 2- isim bozuk para I need some change. Biraz bozuk paraya ihtiyacım var. |
|
|
Term
|
Definition
chapter /'çeptı/ isim bölüm The book has five chapters. Kitapta beş bölüm var. |
|
|
Term
|
Definition
character /'kerıktı/ isim karakter He has a very good character. O çok iyi bir karaktere sahiptir. |
|
|
Term
|
Definition
characteristic /keriktı'ristik/ isim özellik, karakteristik It is a characteristic of his novels. Bu onun romanlarının bir özelliğidir. |
|
|
Term
|
Definition
charge /ça:c/ isim fiyat istemek The hotel charges 40 dollars a night. Otelin geceliği 40 dolardır. |
|
|
Term
|
Definition
charity /'çerıti/ isim hayır kurumuMy uncle left all his money to charity. Amcam bütün parasını hayır kurumuna bıraktı. |
|
|
Term
|
Definition
charming /'ça:ming/ sıfat çekici, güzel She is a charming woman. O çekici bir kadındır. |
|
|
Term
|
Definition
charter /ça:tı/ isim kiralama, tutmaCharter flights are usually cheap. Kiralama uçuşlar genellikle ucuzdurlar. |
|
|
Term
|
Definition
chase /çeys/ fiil peşine düşmek, kovalamakThe police chased the thieves for a long time. Polis uzun sure hırsızları kovaladı. |
|
|
Term
|
Definition
chat /çet/ fiil sohbet etmek Do you like chatting on the internet? İnternette sohbet etmeyi sever misin? |
|
|
Term
|
Definition
chatroom /çetrum/ isim (internette) sohbet odası There are many young people in the chatroom. Sohbet odasında birçok genç var. |
|
|
Term
|
Definition
cheap /çi:p/ sıfat ucuz This shirt is cheaper than that one. Bu gömlek ondan daha ucuz. |
|
|
Term
|
Definition
cheat /çi:t/ fiil kandırmak, aldatmak You can't cheat me any more! Beni artık kandıramazsın. |
|
|
Term
|
Definition
check /çek/ fiil kontrol etmek He checked his writing for mistakes. Yazısının hatalarını kontrol etti. |
|
|
Term
|
Definition
cheek /çi:k/ isim yanak Her cheeks were red. Yanakları kırmızıydı. |
|
|
Term
|
Definition
cheerful /'çiıfıl/ sıfat neşeli, şenMr and Mrs Jones are a cheerful couple. Bay ve Bayan Jones neşeli bir çifttir. |
|
|
Term
|
Definition
cheese /çi:z/ isim peynir Have you any cheese? Hiç peynirin var mı? |
|
|
Term
|
Definition
cheeseburger /'çi:zbö:gı/ isim çizburger He often has cheeseburger for breakfast. Kahvaltıda sıklıkla çizburger yer. |
|
|
Term
|
Definition
chemical /'kemikıl/ sıfat kimyasal (madde) Some chemical matters are dangerous. Bazı kimyasal maddeler tehlikelidir. |
|
|
Term
|
Definition
chemist /'kemist/ isim eczacı My uncle is a chemist. Amcam bir eczacıdır. |
|
|
Term
|
Definition
chemist's /'kemists/ isim eczaneShe went to the chemist’s to get some vitamins. Biraz vitamin almak için eczaneye gitti. |
|
|
Term
|
Definition
cheque /çek/ isim çek He took the cheque to the bank. Çeki bankaya götürdü. |
|
|
Term
|
Definition
cherry /'çeri/ isim kiraz I ate a kilo of cherries. Bir kilo kiraz yedim. |
|
|
Term
|
Definition
chess /çes/ isim satrançI want to learn how to play chess. Satranç oynamayı öğrenmek istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
chestnut /'çesnat/ isim kestane They roasted chestnuts on the fire. Ateşin üstünde kestane kızarttılar. |
|
|
Term
|
Definition
chew /çu:/ fiil çiğnemek I can't chew this meat. Bu eti çiğneyemiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
chicken /'çikin/ isim tavuk, piliç My mother is cooking chicken. Annem tavuk pişiriyor. |
|
|
Term
|
Definition
chief /çi:f/ sıfat en önemli, başlıca, esas, ana He is the chief manager. Asıl yönetici odur. |
|
|
Term
|
Definition
child /çayld/ isim (çoğulu children /'çildrın) çocuk The little child was looking for his mother. Küçük çocuk annesini arıyordu. |
|
|
Term
|
Definition
children /'çildrın/ isim bkz. child; The children played in the snow. Çocuklar karda oynadılar. |
|
|
Term
|
Definition
chimney /'çimni/ isim baca There are many chimneys on the roof. Çatıda birçok baca var. |
|
|
Term
|
Definition
chin /çin/ isim çene He put his hand on his chin. Elini çenesine koydu. |
|
|
Term
|
Definition
chips /çips/ isim patates kızartması They ate chips with tomato sauce. Domates soslu patates kızartması yediler. |
|
|
Term
|
Definition
chocolate /'çoklıt/ isim çikolata I want some chocolate. Biraz çikolata istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
choice /çoys/ isim seçme, seçim, seçenek He has no other choice. Başka seçeneği yok. |
|
|
Term
|
Definition
choose /çu:z/ fiil chose /çouz/, chosen /'çouzın/ seçmekShe chose the red dress. Kırmızı elbiseyi seçti. |
|
|
Term
|
Definition
Christmas /'krismıs/ isim NoelChristmas is on the 25th of December. Noel Aralığın 25'indedir. |
|
|
Term
|
Definition
church /çö:ç/ isim kilise Is there a church near here? Buraya yakın bir kilise var mı |
|
|
Term
|
Definition
cigarette /sigı'ret/ isim sigara Cigarettes are bad for your health. Sigara sağlığınız için kötüdür. |
|
|
Term
|
Definition
cinema /'sinımı/ isim sinema I like going to the cinema. Sinemaya gitmeyi severim. |
|
|
Term
|
Definition
circle /'sö:kıl/ isim daire The children made a circle around their teacher. Çocuklar öğretmenlerinin etrafında bir daire oluşturdular. |
|
|
Term
|
Definition
circus /'sö:kıs/ isim sirk A circus came to town last week. Şehire geçen hafta bir sirk geldi. |
|
|
Term
|
Definition
citizen /'sitizın/ isim vatandaş, yurttaş I'm a citizen of Turkey. Ben Türk vatandaşıyım. |
|
|
Term
|
Definition
city /'siti/ isim şehir, kent Istanbul is a very interesting city. İstanbul çok ilginç bir şehir. |
|
|
Term
|
Definition
claim /kleym/ fiil sahip çıkmak, istemek, iddia etmek He claimed the piece of land to be his. Arazinin kendisinin olduğunu iddia etti. |
|
|
Term
|
Definition
class /kla:s/ isim sınıf There are 20 students in the class. Sınıfta 20 öğrenci var. |
|
|
Term
|
Definition
classic /'klesik/ sıfat klasikThey show classic films at this cinema. Bu sinemada klasik filmler gösterirler. |
|
|
Term
|
Definition
classroom /'kla:srum/ isim sınıf, derslikHow many students are there in the classroom? Sınıfta kaç öğrenci var? |
|
|
Term
|
Definition
clean /kli:n/ 1- sıfat temizThese glasses are clean. Bu bardaklar temiz. 2- fiil temizlemek She cleans the windows every month. O her ay camları temizler. |
|
|
Term
|
Definition
clear /kliı/ sıfat açık It was a beautiful, clear day. Güzel, açık bir gündü. |
|
|
Term
|
Definition
clearly /'kliıli/ zarf açık bir biçimde, açık seçik, net olarakShe can see clearly with her new glasses. Yeni gözlüğüyle net bir şekilde görebiliyor. |
|
|
Term
|
Definition
clever /'klevı/ sıfat akıllı Atatürk was a very clever man. Atatürk çok akıllı bir adamdı. |
|
|
Term
|
Definition
client /'klayınt/ isim müvekkil, müşteri The lawyer will meet his client this afternoon. Avukat bu öğleden sonra müvekkili ile buluşacak. |
|
|
Term
|
Definition
climate /'klaymit/ isim iklim The climate in England is cool and wet. İngiltere'de iklim serin ve yağışlıdır. |
|
|
Term
|
Definition
climb /klaym/ fiil tırmanmak Many people try to climb Mt Everest. Birçok insan Everest dağına tırmanmaya çalışır. |
|
|
Term
|
Definition
clinical /'klinikıl/ sıfat klinikWe need some clinical tests. Klinik testlere ihtiyacımız var. |
|
|
Term
|
Definition
clock /klok/ isim masa saati, duvar saati There was a large clock on the wall. Duvarda büyük bir saat vardı. |
|
|
Term
|
Definition
clone /kloun/ fiil klonlamak Scientists are able to clone some animals. Bilim adamları bazı hayvanları klonlayabiliyor. |
|
|
Term
|
Definition
close /klous/ sıfat, zarf yakın She stood close to the window. Pencerenin yanında durdu. |
|
|
Term
|
Definition
close 2/klouz/ fiil kapamak; kapanmak He closed the window. Pencereyi kapadı. |
|
|
Term
|
Definition
closed /klouzd/ sıfat kapalıAll the banks are closed today. Bugün bütün bankalar kapalı. |
|
|
Term
|
Definition
cloth /klot/ isim kumaş; bez My mother bought some cloth to make a dress. Annem elbise yapmak için biraz kumaş aldı. |
|
|
Term
|
Definition
clothes /kloudz/ isim elbise, giysi I want to buy some new clothes. Yeni elbise almak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
cloud /klaud/ isim bulut There are big clouds in the sky. Gökyüzünde büyük bulutlar var. |
|
|
Term
|
Definition
cloudy /'klaudi/ sıfat bulutluI don’t like cloudy weather. Bulutlu havayı sevmiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
clown /klaun/ isim palyaço, soytarı The clown was very funny. Palyaço çok komikti. |
|
|
Term
|
Definition
club /klab/ isim kulüp My father is a member of the City Club. Babam şehir kulübünün bir üyesidir. |
|
|
Term
|
Definition
coach /kouç/ isim yolcu otobüsü We went to Ankara by coach. Ankara'ya yolcu otobüsüyle gittik. |
|
|
Term
|
Definition
coal /koul/ isim kömür We use coal to heat the house. Evi ısıtmak için kömür kullanırız. |
|
|
Term
|
Definition
coalition /kouı'lişın/ isim koalisyon, birleşmeSome people want a coalition government. Bazı insanlar bir koalisyon hükümeti istiyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
coast /koust/ isim sahil, kıyı Side is on the south coast of Turkey. Side Türkiye'nin güney sahilindedir. |
|
|
Term
|
Definition
coat /kout/ isim ceket, palto I wear my coat when it's cold. Hava soğuk olduğunda paltomu giyerim. |
|
|
Term
|
Definition
cocoa /'koukou/ isim kakao Would you like to drink some more cocoa? Biraz daha kakao içmek ister misiniz? |
|
|
Term
|
Definition
coconut /'koukınat/ isim hindistancevizi Who ate my coconut? Hindistancevizimi kim yedi? |
|
|
Term
|
Definition
coffee /'kofi/ isim kahve Turkish coffee is very famous. Türk kahvesi çok ünlüdür |
|
|
Term
|
Definition
coin /koyn/ isim madeni para Have you got a 1 dollar coin? 1 dolar madeni paran var mı? |
|
|
Term
|
Definition
coke /kouk/ isim koka kolaThere is a lot of sugar in coke. Koka kolada çok şeker var |
|
|
Term
|
Definition
cold /kould/ 1- sıfat soğuk The water is rather cold. Su oldukça soğuk. 2- isim soğuk algınlığı, nezle She’s got a cold. Nezle olmuş. |
|
|
Term
|
Definition
colleague /'koli:g/ isim meslektaş He is a nice colleague of mine. O benim iyi bir meslektaşımdır. |
|
|
Term
|
Definition
collect /kı'lekt/ fiil toplamak, biriktirmek He likes collecting stamps. Pul biriktirmeyi seviyor. |
|
|
Term
|
Definition
collection /kı'lekşın/ isim koleksiyon He has a large collection of stamps. Büyük bir pul koleksiyonu var. |
|
|
Term
|
Definition
college /'kolic/ isim fakülte, yüksek okul He went to college when he was 20. 20 yaşındayken fakülteye gitti. |
|
|
Term
|
Definition
colour /'kalı/ isim renk What is your favourite colour? En sevdiğin renk hangisidir? |
|
|
Term
|
Definition
comb /'koum/ isim tarak I have a comb in my bag. Çantamda bir tarak var. |
|
|
Term
|
Definition
combination /kombi'neyşın/ isim birleştirme, birleşme, bileşim The music is a combination of Turkish and Western style. Müzik Türk ve Batı üslubunun bir bileşimidir. |
|
|
Term
|
Definition
combine /kım'bayn/ fiil birleştirmek The cook combined the eggs with some flour. Aşçı yumurtaları biraz unla birleştirdi. |
|
|
Term
|
Definition
come /kam/ fiil came /keym/, come /kam/ gelmek He doesn't want to come with me. Benimle gelmek istemiyor. |
|
|
Term
|
Definition
comedian /kı'mi:dyın/ isim komedyen The comedian made everyone laugh. Komedyen herkesi güldürdü. |
|
|
Term
|
Definition
comedy /'komıdi/ isim komedi, güldürü I like comedy films best. En çok komedi filmlerini severim. |
|
|
Term
|
Definition
comfortable /'kamfıtıbıl/ sıfat rahat This chair is very comfortable. Bu sandalye çok rahat. |
|
|
Term
|
Definition
command /kı'ma:nd/ fiil emretmek, buyurmak The general commanded his army to stop. General ordusuna durmasını emretti. |
|
|
Term
|
Definition
commission /kı'mişın/ isim 1- komisyon He got a commission for his work. İşi için bir komisyon aldı. 2- görev, iş I finished a commission a week ago. Bir hafta önce bir görevi bitirdim. |
|
|
Term
|
Definition
committee /kı'miti/ isim komisyon, kurul The photographs were handed to all committee members. Fotoğraflar bütün kurul üyelerine dağıtıldı. |
|
|
Term
|
Definition
common /'komın/ sıfat yaygın "Smith" is a very common English surname. "Smith" çok yaygın bir İngiliz soyadıdır. |
|
|
Term
|
Definition
community /kı'myu:niti/ isim halk, toplum, topluluk We all live in the same community. Hepimiz aynı toplum içinde yaşıyoruz |
|
|
Term
|
Definition
companion /kım'peniın/ isim arkadaş, yoldaşDo you need a travelling companion? Seyahat arkadaşına ihtiyacın var mı? |
|
|
Term
|
Definition
company /'kampıni/ isim şirket, ortaklık My father works in a company. Babam bir şirkette çalışır. |
|
|
Term
|
Definition
compare /kım'peı/ fiil karşılaştırmak I compared my homework with my friend's. Ev ödevimi arkadaşımınkiyle karşılaştırdım. |
|
|
Term
|
Definition
comparison /kım'perisın/ isim karşılaştırma, mukayese He made comparisons between the two cities. İki şehri karşılaştırdı. |
|
|
Term
|
Definition
compete /kım'pi:t/ fiil yarışmak3000 runners will compete in the marathon tomorrow. Yarın maratonda 3000 koşucu yarışacak. |
|
|
Term
|
Definition
competition /kompı'tişın/ isim yarışma My brother won the competition. Kardeşim yarışmayı kazandı. |
|
|
Term
|
Definition
complain /kım'pleyn/ fiil şikâyet etmek, yakınmak I will complain to the manager. Müdüre şikâyet edeceğim. |
|
|
Term
|
Definition
complete /kım'pli:t/ 1- sıfat tam, tamam, bütün They had complete control over the land. Arazinin bütün kontrolünü ele geçirdiler. 2- fiil tamamlamak, bitirmek He completed his collection of stamps. Pul koleksiyonunu tamamladı. |
|
|
Term
|
Definition
completely /kım'pli:tli/ zarf tamamen, bütünüyle He has forgotten about it completely. Onu tamamen unuttu. |
|
|
Term
|
Definition
complex /'kompleks/ sıfat karmaşık The whole matter is very complex. Bütün mesele çok karmaşık. |
|
|
Term
|
Definition
component /kım'pounınt/ isim (makine, vb.) parça, bileşenThis machine has several main components. Bu makinenin birkaç ana parçası var. |
|
|
Term
|
Definition
comprehension /kompri'henşın/ isim anlama, kavramaThis is beyond my comprehension. Bu benim anlamamın ötesinde. |
|
|
Term
|
Definition
comprehensive /kompri'hensiv/ sıfat etraflı, geniş, ayrıntılıWe must find a comprehensive book about that subject. O konuda ayrıntılı bir kitap bulmalıyız. |
|
|
Term
|
Definition
computer /kım'pyu:tı/ isim bilgisayar The bank bought a new computer. Banka yeni bir bilgisayar aldı. |
|
|
Term
|
Definition
concentration /konsın'treyşın/ isim konsantrasyon, derişimThis work needs great concentration. Bu iş büyük konsantrasyon istiyor. |
|
|
Term
|
Definition
concern /kın'sö:n/ fiil ilgilendirmek This matter concerns everyone here. Bu mesele buradaki herkesi ilgilendiriyor. |
|
|
Term
|
Definition
concerned /kın'sö:nd/ sıfat ilgili He is concerned about her health. Onun sağlığı ile ilgileniyor. |
|
|
Term
|
Definition
concert /'konsıt/ isim konser I went to a concert last night. Dün gece bir konsere gittim. |
|
|
Term
|
Definition
conclude /kın'klu:d/ fiil bitirmek, sona erdirmek He concluded his speech with a warm smile. Konuşmasını içten bir gülümsemeyle bitirdi. |
|
|
Term
|
Definition
concrete /'konkri:t/ 1- sıfat somutI need concrete information. Somut bilgiye ihtiyacım var.2- isim beton Our school is made of concrete. Okulumuz betondan yapılmış. |
|
|
Term
|
Definition
condition /kın'dişın/ isim durum; şart, koşul The car was in very bad condition. Araba çok kötü bir durumdaydı. |
|
|
Term
|
Definition
conduct /'kondakt/ isim davranış We should mind our conduct in public. Topluluk içinde davranışımıza dikkat etmeliyiz. |
|
|
Term
|
Definition
conference /'konfırıns/ isim görüşme, toplantı The conference was held in Istanbul. Toplantı İstanbul'da düzenlendi. |
|
|
Term
|
Definition
confuse /kın'fyu:z/ fiil şaşırtmak, kafasını karıştırmakShe confused everybody with her words. Sözleriyle herkesin kafasını karıştırdı. |
|
|
Term
|
Definition
confusing /kın'fyu:zing/ sıfat şaşırtıcı, kafa karıştırıcıHer plan was really confusing. Onun planı gerçekten kafa karıştırıcıydı. |
|
|
Term
|
Definition
congress /'kongres/ isim kongre, toplantı The law has to be passed by the congress. Yasanın kongreden geçmesi gerekmektedir. |
|
|
Term
|
Definition
connect /kı'nekt/ fiil bağlamak, birleştirmek The cooker is connected to the gas pipe. Ocak doğalgaz borusuna bağlıdır. |
|
|
Term
|
Definition
connection /kı'nekşın/ isim bağlantı There is no connection between the two families. İki aile arasında bağlantı yoktur. |
|
|
Term
|
Definition
conscious /'konşıs/ sıfat bilinçliWhen the ambulance arrived she was still conscious. Ambulans geldiğinde hala bilinçliydi. |
|
|
Term
|
Definition
consequence /'konsikwıns/ isim sonuç, netice He never thought about the consequence. Sonucunu hiç düşünmedi. |
|
|
Term
|
Definition
conservative /kın'sö:vıtiv/ sıfat muhafazakâr, tutucu He supports the conservative party. O muhafazakâr partiyi destekliyor. |
|
|
Term
|
Definition
consider /kın'sidı/ fiil düşünmek, göz önünde tutmak She is considering emigrating to Canada. Kanada'ya göç etmeyi düşünüyor. |
|
|
Term
|
Definition
consist /kın'sist/ fiil oluşmak The building consists of 6 parts. Bina 6 bölümden oluşmaktadır. |
|
|
Term
|
Definition
consonant /'konsınınt/ isim sessiz harfThere are 21 consonants in the Turkish alphabet. Türk alfabesinde 21 tane sessiz harf vardır. |
|
|
Term
|
Definition
constitute /'konstityu:t/ fiil oluşturmak, kurmakSeven states constitute Australia. Avustralya’yı yedi eyalet oluşturur. |
|
|
Term
|
Definition
constitution /konsti'tyu:şın/ isim anayasaHave you read the constitution? Anayasayı okudun mu? |
|
|
Term
|
Definition
construction /kın'strakşın/ isim inşa, yapım The construction of the bridge was stopped. Köprünün yapımı durduruldu. |
|
|
Term
|
Definition
consult /kın'salt/ fiil danışmak, başvurmakYou should consult your doctor before taking this medicine. Bu ilacı almadan önce doktoruna danışmalısın. |
|
|
Term
|
Definition
consultant /kın'saltınt/ isim danışman, bilirkişiWho is the legal consultant of this company? Bu şirketin yasal danışmanı kim? |
|
|
Term
|
Definition
consumer /kın'syu:mı/ isim tüketici The rights of the consumers should be protected. Tüketicilerin hakları korunmalıdır. |
|
|
Term
|
Definition
consumption /kın'sampşın/ isim tüketimThis car has low fuel consumption. Bu arabanın yakıt tüketimi az. |
|
|
Term
|
Definition
contact /'kontekt/ fiil temasa geçmek, görüşmek I will contact you as soon as I get the results. Sonuçları alır almaz seninle temasa geçeceğim. |
|
|
Term
|
Definition
contain /kın'teyn/ fiil içermek, kapsamak What do those boxes contain? Şu kutular ne içerir? |
|
|
Term
|
Definition
container /kın'teynı/ isim kapHe filled the container with water. Kabı su ile doldurdu. |
|
|
Term
|
Definition
contents /'kontents/ isim içindekiler What are the contents of this book? Bu kitabın içindekiler ne? |
|
|
Term
|
Definition
context /'kontekst/ isim bağlam We can understand a sentence better in its context. Bir cümleyi bağlam içinde daha iyi anlarız. |
|
|
Term
|
Definition
continent /'kontinınt/ isim kıta Australia is the smallest continent in the world. Avustralya dünyanın en küçük kıtasıdır. |
|
|
Term
|
Definition
continue /kın'tinyu:/ fiil devam etmek Continue with your work! İşine devam et! |
|
|
Term
|
Definition
continuous /kın'tinyuıs/ sıfat sürekli, devamlı These flowers need a continuous supply of water. Bu çiçeklerin sürekli su tedariğine ihtiyacı var. |
|
|
Term
|
Definition
contract /'kontrekt/ isim sözleşme They signed a new contract. Yeni bir sözleşme imzaladılar. |
|
|
Term
|
Definition
control /kın'troul/ fiil kontrol etmek, denetlemek We couldn't control the wild horse. Vahşi atı kontrol edemedik. |
|
|
Term
|
Definition
convenient /kın'vi:niınt/ sıfat uygun, elverişli, müsaitI’d like to visit you at a convenient time. Sizi uygun bir zamanda ziyaret etmek isterim. |
|
|
Term
|
Definition
conventional /kın'venşınıl/ sıfat gelenekselThey only have conventional weapons. Onların sadece geleneksel silahları var. |
|
|
Term
|
Definition
conversation /konvı'seyşın/ isim konuşma The two men were having a serious conversation. İki adam ciddi bir konuşma yapıyordu. |
|
|
Term
|
Definition
conviction /kın'vikşın/ isim inanç, kanı, kanaatStella doesn’t have any religious convictions. Stella’nın dini inançları yok. |
|
|
Term
|
Definition
convince /kın'vins/ fiil inandırmak, ikna etmekShe convinced her parents that everything was true. Ailesini her şeyin doğru olduğuna inandırdı. |
|
|
Term
|
Definition
cook /kuk/ 1- fiil yemek yapmak, pişirmek Do you know how to cook eggs? Yumurta pişirmesini biliyor musun? 2- isim aşçı, ahçı My mother is a good cook. Annem iyi bir aşçıdır. |
|
|
Term
|
Definition
cool /ku:l/ sıfat 1- serin The water was very cool. Su çok serindi. 2- havalı Jack is a cool guy. Jack havalı bir herif. |
|
|
Term
|
Definition
cooperation /kouopı'reyşın/ isim birlikte çalışma, işbirliği They need cooperation to finish the work quickly. İşi çabuk bitirmek için işbirliğine ihtiyaçları var. |
|
|
Term
|
Definition
cop /kop/ isim polisThe cops were watching the thieves. Polisler hırsızları izliyorlardı. |
|
|
Term
|
Definition
copper /'kopı/ isim bakır Copper is a metal. Bakır bir metaldir. |
|
|
Term
|
Definition
copy /'kopi/ 1- fiil kopya etmek Please copy this letter. Lütfen bu mektubu kopya et. 2- isim kopya Can I have a copy of this picture? Bu resmin bir kopyasını alabilir miyim? |
|
|
Term
|
Definition
cork /ko:k/ isim şişe mantarı Most wine bottles have a cork. Çoğu şarap şişesinde mantar vardır. |
|
|
Term
|
Definition
corkscrew /'ko:kskru:/ isim tirbuşon, şarap açacağı The waiter opened the wine with his corkscrew. Gason, tirbuşonuyla şarabı açtı. |
|
|
Term
|
Definition
corn /ko:n/ isim 1- tahıl They didn’t grow any corn last year. Geçen yıl hiç tahıl yetiştirmediler. 2- mısır I love vegetable salad with corn. Mısırlı sebze salatasını çok severim. |
|
|
Term
|
Definition
corner /'ko:nı/ isim köşe She's waiting for her friend on the corner. Köşede arkadaşını bekliyor. |
|
|
Term
|
Definition
cornflakes /'ko:nfleyks/ isim mısır gevreği Many Americans eat cornflakes for breakfast. Birçok Amerikalı kahvaltıda mısır gevreği yer. |
|
|
Term
|
Definition
correct /kı'rekt/ sıfat doğru Your answer is correct. Yanıtın doğru. |
|
|
Term
|
Definition
corridor /'korido:/ isim koridor The corridor was long and narrow. Koridor uzun ve dardı. |
|
|
Term
|
Definition
cost /kost/ fiil değerinde olmak, etmek, mal olmak How much did the television cost? Televizyon kaça mal oldu? |
|
|
Term
|
Definition
cottage /'kotic/ isim kulübe She has a cottage in the village. Onun köyde bir kulübesi var. |
|
|
Term
|
Definition
cotton /'kotın/ isim pamuk They grow cotton in these fields. Bu tarlalarda pamuk yetiştirirler. |
|
|
Term
|
Definition
cough /kof/ fiil öksürmek He has been coughing for a long time. Uzun zamandır öksürüyor. |
|
|
Term
|
Definition
could /kıd, kud/ fiil 1- -ebilirdi, -abilirdi He could play football when he was young. Gençken futbol oynayabilirdi. 2- -ebildi She couldn't help him. Ona yardım edemedi. 3- could you yapar mısınız?, eder misiniz? Could you pass me the salt, please? Lütfen tuzu uzatır mısınız? |
|
|
Term
|
Definition
count /kaunt/ fiil saymak She can count to 100 in English. İngilizce'de 100'e kadar sayabilir. |
|
|
Term
|
Definition
counter /'kauntı/ isim tezgâh The shop assistant was behind the counter. Tezgâhtar tezgâhın arkasındaydı. |
|
|
Term
|
Definition
country /'kantri/ isim ülke Turkey is a beautiful country. Türkiye güzel bir ülkedir. |
|
|
Term
|
Definition
couple /'kapıl/ isim çift They are a happy couple. Onlar mutlu bir çift. |
|
|
Term
|
Definition
coupon /'ku:pon/ isim kupon If you save 30 coupons you will get a book. 30 kupon biriktirirsen bir kitap alırsın. |
|
|
Term
|
Definition
courage /'karic/ isim cesaret She didn’t have the courage to open the door. Kapıyı açacak cesareti yoktu. |
|
|
Term
|
Definition
course /ko:s/ isim 1- rota, yön The plane changed its course. Uçak rotasını değiştirdi. 2- kurs She is going to a Spanish course. İspanyolca kursuna gidiyor. |
|
|
Term
|
Definition
court /ko:t/ isim 1- mahkeme The police took him to the court. Polis onu mahkemeye götürdü. 2- kort, saha There are four tennis courts in our school. Okulumuzda dört tane tenis kortu var. |
|
|
Term
|
Definition
cousin /'kazın/ isim kuzen My cousin lives in Ankara. Kuzenim Ankara'da yaşar. |
|
|
Term
|
Definition
cover /'kavı/ 1- fiil örtmek, kaplamak She covered the bed with a blanket. Yatağı bir battaniye ile örttü. 2- isim örtü, kapak Put the cover on the box. Kapağı kutunun üzerine koy. |
|
|
Term
|
Definition
cow /kau/ isim inekWe have seventy cows on the farm. Çiftlikte yetmiş tane ineğimiz var. |
|
|
Term
|
Definition
crab /kreb/ isim yengeç The crab ate the dead fish. Yengeç ölü balığı yedi. |
|
|
Term
|
Definition
crack /krek/ isim çatlakHave you seen the crack in this wall? Bu duvardaki çatlağı gördün mü? |
|
|
Term
|
Definition
craft /kra:ft/ isim beceri, hüner, ustalıkThey hire people who have craft. Beceriye sahip insanları işe alıyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
crash /kreş/ fiil çarpmak The car crashed into a tree. Araba bir ağaca çarptı. |
|
|
Term
|
Definition
crawl /kro:l/ fiil emeklemek, sürünmek The soldiers crawled through the hole. Askerler delikten sürünerek geçtiler. |
|
|
Term
|
Definition
crazy /'kreyzi/ sıfat çılgın, deli Are you crazy? Deli misin sen? |
|
|
Term
|
Definition
cream /kri:m/ isim 1- krema, kaymak Do you want cream on your dessert? Tatlının üzerinde krema ister misin? 2- krem She uses hand cream every day. O her gün el kremi kullanır. |
|
|
Term
|
Definition
create /kri'eyt/ fiil yaratmak He created a masterpiece. Bir şaheser yarattı. |
|
|
Term
|
Definition
create /kri'eyt/ fiil yaratmak He created a masterpiece. Bir şaheser yarattı |
|
|
Term
|
Definition
creation /kri'eyşın/ isim yaratılan şey, kreasyon The dress is a beautiful creation. Elbise güzel bir kreasyondur. |
|
|
Term
|
Definition
creature /'kri:çı/ isim yaratıkI saw a strange creature in the park. Parkta garip bir yaratık gördüm. |
|
|
Term
|
Definition
credit /'kredit/ isim kredi Do you accept credit cards? Kredi kartı geçiyor mu? |
|
|
Term
|
Definition
crew /kru:/ isim mürettebat The crew of the boat worked hard. Geminin mürettebatı çok çalıştı. |
|
|
Term
|
Definition
cricket /'krikit/ isim kriket Cricket is an English game. Kriket bir İngiliz oyunudur. |
|
|
Term
|
Definition
crime /kraym/ isim cinayet, suç Stealing is a crime. Hırsızlık bir suçtur. |
|
|
Term
|
Definition
critical /'kritikıl/ sıfat ciddi, kritik He was at the critical time of his life. Hayatının kritik bir anındaydı. |
|
|
Term
|
Definition
criticize /'kritisayz/ fiil eleştirmekStop criticizing everybody. Herkesi eleştirmekten vazgeç. |
|
|
Term
|
Definition
crop /krop/ isim ekin, ürün, mahsul Farmers have produced many crops this year. Çiftçiler bu yıl çok ürün yetiştirdiler. |
|
|
Term
|
Definition
cross /kros/ 1- fiil karşıdan karşıya geçmek They crossed the street. Caddeyi karşıdan karşıya geçtiler. 2- isim x işareti I put crosses by the mistakes. Yanlışların yanına x işareti koydum. 3- sıfat küs, küsmüş, dargın Are you cross with me? Bana küs müsün? |
|
|
Term
|
Definition
crowd /kraud/ isim kalabalık There was a big crowd at the football match. Futbol maçında büyük bir kalabalık vardı. |
|
|
Term
|
Definition
crowded /'kraudid/ sıfat kalabalık This bus is too crowded. Bu otobüs çok kalabalık. |
|
|
Term
|
Definition
crown /kraun/ isim taç The Queen of England has a beautiful crown. İngiltere kraliçesinin güzel bir tacı var. |
|
|
Term
|
Definition
cruel /kru:ıl/ sıfat zalim, acımasız The cruel man hit the poor dog. Acımasız adam zavallı köpeğe vurdu. |
|
|
Term
|
Definition
crush /kraş/ fiil ezmek They crush grapes to make wine. Şarap yapmak için üzüm ezerler. |
|
|
Term
|
Definition
cry /kray/ fiil 1- ağlamak Please don't cry. Lütfen ağlama. 2- bağırmak He cried, "Help!" "İmdat!" diye bağırdı. |
|
|
Term
|
Definition
cucumber /'kyu:kambı/ isim hıyar, salatalık She cut two cucumbers for salad. Salata için iki hıyar kesti. |
|
|
Term
|
Definition
cultural /'kalçırıl/ sıfat kültürel, ekinsel There is cultural difference between the two nations. İki ülke arasında kültürel farklar vardır. |
|
|
Term
|
Definition
culture /'kalçı/ isim kültür The two countries have different cultures. İki ülkenin farklı kültürleri vardır. |
|
|
Term
|
Definition
cup /kap/ isim fincan Give me a cup of coffee, please. Bana bir fincan kahve ver lütfen. |
|
|
Term
|
Definition
cupboard /'kabıd/ isim dolap The cupboard is full of plates. Dolap tabaklarla dolu. |
|
|
Term
|
Definition
curious /'kyuıriıs/ sıfat meraklıCats are curious animals. Kediler meraklı hayvanlardır. |
|
|
Term
|
Definition
curly /'kö:li/ sıfat kıvırcıkMy sister has long curly hair. Kızkardeşimin uzun kıvırcık saçları var. |
|
|
Term
|
Definition
currency /'karınsi/ isim para Euro is the currency in Europe. Avrupa’nın parası avrodur. |
|
|
Term
|
Definition
current /'karınt/ 1- sıfat güncel He is interested in current affairs. Güncel meseleler ile ilgileniyor. 2- isim akıntı, akım He was taken away by the strong current. Güçlü bir akıntıya kapıldı. |
|
|
Term
|
Definition
cursor /'kö:sı/ isim imleç The mouse on my computer is broken and I can't use the cursor. Bilgisayarımın faresi bozuk ve imleci kullanamıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
curtain /'kö:tın/ isim perde The curtains in my room are blue. Odamdaki perdeler mavidir. |
|
|
Term
|
Definition
cushion /'kuşın/ isim yastık, minder There is a cushion on the chair. Sandalyenin üzerinde bir minder var. |
|
|
Term
|
Definition
custard /'kastıd/ isim krema He ate the custard. Kremayı yedi. |
|
|
Term
|
Definition
custom /'kastım/ isim gelenek, görenek, töreThere are hundreds of customs in our culture. Bizim kültürümüzde yüzlerce gelenek var. |
|
|
Term
|
Definition
customer /'kastımı/ isim müşteri He is one of our customers. O müşterilerimizden birisidir. |
|
|
Term
|
Definition
cut /kat/ fiil cut /kat/ kesmek The bread was cut in half. Ekmek yarıya kesildi. |
|
|
Term
|
Definition
cycle /'saykıl/ 1- isim bisiklet, motosikletÖzlem wants me to paint her cycle. Özlem bisikletini boyamamı istiyor. 2- fiil bisiklete binmek Cycling is fun. Bisiklete binmek eğlencelidir. |
|
|
Term
|
Definition
dad /ded/ isim babaI love my mum and dad. Annemle babamı çok seviyorum. |
|
|
Term
|
Definition
daddy /'dedi/ isim, ünlem baba, babacığımDaddy! Can you help me with my homework? Babacığım! Ödevimde bana yardım edebilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
daily /'deyli/ sıfat günlükDo you read the daily newspapers? Günlük gazeteleri okur musun? |
|
|
Term
|
Definition
dam /dem/ isim baraj How many dams are there in Turkey? Türkiye'de kaç tane baraj var? |
|
|
Term
|
Definition
damage /'demic/ fiil zarar vermek The storm damaged many houses. Fırtına birçok eve zarar verdi. |
|
|
Term
|
Definition
dance /da:ns/ 1- fiil dans etmek Do you want to dance with me? Benimle dans etmek ister misin? 2- isim dans The dance was very slow. Dans çok yavaştı. |
|
|
Term
|
Definition
danger /'deyncı/ isim tehlike Do you know the dangers of smoking? Sigara içmenin tehlikelerini biliyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
dangerous /'deyncırıs/ sıfat tehlikeli Playing with fire is dangerous. Ateşle oynamak tehlikelidir. |
|
|
Term
|
Definition
dark /da:k/ sıfat karanlık, koyu It was a dark night. Karanlık bir geceydi. |
|
|
Term
|
Definition
darling /'da:ling/ isim sevgili I love you darling. Seni seviyorum sevgilim. |
|
|
Term
|
Definition
data /'deytı/ isim veri, bilgi These are very important data about our experiment. Bunlar deneyimizle ilgili çok önemli veriler. |
|
|
Term
|
Definition
database /'deytıbeys/ isim veritabanı Database is a large amount of information in a computer. Veritabanı bir bilgisayardaki büyük miktarda bilgidir. |
|
|
Term
|
Definition
date /deyt/ isim tarih What is the date today? Bugünün tarihi ne? |
|
|
Term
|
Definition
daughter /'do:tı/ isim kız evlat She has two daughters and one son. Onun iki kız evladı ve bir oğlu var. |
|
|
Term
|
Definition
day /dey/ isim gün I have been here for two days. İki gündür buradayım. |
|
|
Term
|
Definition
dead /ded/ sıfat ölü They buried the dead man. Ölü adamı gömdüler. |
|
|
Term
|
Definition
deaf /def/ sıfat sağır A deaf person can't hear. Sağır bir kimse duyamaz. |
|
|
Term
|
Definition
deal /di:l/ 1- fiil uğraşmak, ilgilenmek He deals with everything with care. Her şeyi özenle ele alır. 2- isim a great deal of birçok He has a great deal of energy. Çok enerjisi var. |
|
|
Term
|
Definition
dealer /'di:lı/ isim tüccar, satıcıHer nephew is a car dealer. Onun yeğeni bir araba satıcısı. |
|
|
Term
|
Definition
dear /diı/ sıfat (mektup başlıklarında) sevgili, sayın Dear Joe, Sevgili Joe, |
|
|
Term
|
Definition
death /det/ isim ölüm His death was sudden. Ölümü aniydi. |
|
|
Term
|
Definition
debate /di'beyt/ isim tartışma They are having a debate about the punishment. Ceza hakkında tartışıyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
debt /det/ isim borç He has a large debt to pay. Ödeyecek büyük bir borcu var. |
|
|
Term
|
Definition
decade /'dekeyd/ isim on yıl It took a decade to finish the bridge. Köprüyü bitirmek on yıl sürdü. |
|
|
Term
|
Definition
decide /di'sayd/ fiil karar vermek Have you decided where to go? Nereye gideceğine karar verdin mi? |
|
|
Term
|
Definition
decision /di'sijın/ isim karar He just made a hard decision. Zor bir karar aldı. |
|
|
Term
|
Definition
decline /di'klayn/ fiil çökmek, gerilemekPrices usually decline at the end of the season. Mevsim sonunda fiyatlar genellikle geriler. |
|
|
Term
|
Definition
decorate /'dekıreyt/ fiil dekore etmek, süslemek She decorated the whole house. Bütün evi süsledi. |
|
|
Term
|
Definition
decoration /dekı'reyşın/ isim süsleme, dekorasyonWe can use a lot of things for decoration. Süsleme için çok şey kullanabiliriz. |
|
|
Term
|
Definition
deep /di:p/ sıfat derin The water is very deep here. Su burada çok derindir. |
|
|
Term
|
Definition
deer /diı/ isim geyik People shouldn’t hunt deer. İnsanlar geyik avlamamalılar. |
|
|
Term
|
Definition
defeat /di'fi:t/ fiil yenmek They couldn't defeat the new team. Yeni takımı yenemediler. |
|
|
Term
|
Definition
defence /di'fens/ isim savunma They built a wall in defence against the enemy. Düşmana karşı savunma için bir duvar yaptılar. |
|
|
Term
|
Definition
defend /di'fend/ fiil savunmak The army defended the city. Ordu şehri savundu. |
|
|
Term
|
Definition
define /di'fayn/ fiil tanımlamak, tam anlamını bildirmek It is hard to define this word. Bu sözcüğün tam anlamını bildirmek zordur. |
|
|
Term
|
Definition
definite /'definit/ sıfat belirli, açık, kesinPlease give me a definite answer. Lütfen bana kesin bir cevap ver. |
|
|
Term
|
Definition
definitely /'definitli/ zarf kesinlikleThis is definitely the best cake I have ever eaten. Bu kesinlikle yediğim en iyi pasta. |
|
|
Term
|
Definition
definition /defi'nişın/ isim tanım Can you give a definition to this word? Bu sözcüğün bir tanımını yapar mısın? |
|
|
Term
|
Definition
degree /di'gri:/ isim derece It is 30 degrees today. Bugün hava 30 derece. |
|
|
Term
|
Definition
delay /di'ley/ fiil geciktirmek, ertelemek The snow delayed all the buses and trains. Kar bütün otobüs ve trenleri geciktirdi. |
|
|
Term
|
Definition
deliberately /di'libırıtli/ zarf kasten, bile bileThe police think you killed her deliberately. Polis onu kasten öldürdüğünü düşünüyor. |
|
|
Term
|
Definition
delicate /'delikıt/ sıfat narin, zarif, inceBe careful! This is a delicate work of art. Dikkatli ol! Bu narin bir sanat eseri. |
|
|
Term
|
Definition
delighted /di'laytid/ sıfat sevinçli, memnun I’m delighted to see you again. Seni yeniden gördüğüme çok memnunum. |
|
|
Term
|
Definition
demand /di'ma:nd/ isim talep, istek There is no demand for working experience. İş tecrübesi istenmiyor. |
|
|
Term
|
Definition
democracy /di'mokrısi/ isim demokrasi In democracy, people choose the government. Demokraside hükümeti halk seçer. |
|
|
Term
|
Definition
democratic /demı'kretik/ sıfat demokratik This is a democratic country. Bu demokratik bir ülke. |
|
|
Term
|
Definition
demonstrate /'demınstreyt/ fiil göstermek The teacher demonstrated the use of computers in class. Öğretmen sınıfta bilgisayar kullanımını gösterdi. |
|
|
Term
|
Definition
demonstration /demın'streyşın/ isim gösteri There was a demonstration against the government. Hükümete karşı bir gösteri vardı. |
|
|
Term
|
Definition
dentist /'dentist/ isim dişçi The dentist pulled out three teeth. Dişçi üç diş çekti. |
|
|
Term
|
Definition
deny /di'nay/ fiil yalanlamak, inkâr etmek He denied that he had told a lie. Yalan söylediğini inkâr etti. |
|
|
Term
|
Definition
department /di'pa:tmınt/ isim bölüm He works in our department. Bizim bölümümüzde çalışıyor. |
|
|
Term
|
Definition
departure /di'pa:çı/ isim hareket, gidiş, kalkışWhat time is the departure? Hareket saat kaçta? |
|
|
Term
|
Definition
depend /di'pend/ fiil bağlı olmak The match depends on the weather. Maç havaya bağlı. |
|
|
Term
|
Definition
dependant /di'pendınt/ sıfat muhtaç Children are dependant on their parents. Çocuklar ailelerine muhtaçtırlar. |
|
|
Term
|
Definition
deposit /di'pozit/ isim kaparo, depozitThey want 1000 dollars deposit for the house. Ev için 1000 dolar kaparo istiyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
depression /di'preşın/ isim depresyon, çöküntü, bunalımDepression is a very common disease. Depresyon çok yaygın bir hastalık. |
|
|
Term
|
Definition
depth /dept/ isim derinlik Do you know the depth of the water? Suyun derinliğini biliyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
derive /di'rayv/ fiil türetmek The word "worker" is derived from "work". "İşçi" sözcüğü "iş"ten türetilmiştir. |
|
|
Term
|
Definition
describe /di'skrayb/ fiil tanımlamak, tarif etmek, anlatmak, betimlemek He described the beauty of that country in his book. Kitabında o ülkenin güzelliğini anlattı. |
|
|
Term
|
Definition
desert /'dezıt/ isim çöl There is very little water in the desert. Çölde çok az su vardır. |
|
|
Term
|
Definition
deserve /di'zö:v/ fiil hak etmek He didn't deserve the prize. Ödülü hak etmedi. |
|
|
Term
|
Definition
design /di'zayn/ fiil tasarlamak, tasarımını yapmak, çizmek Who designed the Bosphorus Bridge? Boğaz Köprüsü'nün tasarımını kim yaptı? |
|
|
Term
|
Definition
designer /di'zaynı/ isim tasarımcı, desinatörI don’t know any fashion designers. Hiç moda tasarımcısı tanımıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
desire /di'zayı/ isim arzu, istek He had no desire for power. Onun iktidar arzusu yoktu. |
|
|
Term
|
Definition
desk /desk/ isim sıra, masa He was working at his desk. Sırasında çalışıyordu. |
|
|
Term
|
Definition
desktop /'desktop/ isim masaüstü She created a new file on her desktop. Masaüstünde yeni bir klasör açtı. |
|
|
Term
|
Definition
desperate /'despırıt/ sıfat umutsuz, çaresizShe was desperate so she accepted the offer. Çaresizdi; bu yüzden teklifi kabul etti. |
|
|
Term
|
Definition
dessert /di'zö:t/ isim (yemekten sonra alınan) tatlı Do you want some dessert? Biraz tatlı ister misin? |
|
|
Term
|
Definition
destroy /di'stroy/ fiil mahvetmek, yok etmek, yıkmak The fire destroyed the building. Yangın binayı mahvetti. |
|
|
Term
|
Definition
destruction /di'strakşın/ isim yıkma, yıkım, yok etmeThe earthquake caused a terrible destruction. Deprem korkunç bir yıkıma yol açtı. |
|
|
Term
|
Definition
detail /'di:teyl/ isim ayrıntı, detay She told me everything in detail. Bana her şeyi ayrıntılı olarak anlattı. |
|
|
Term
|
Definition
detective /di'tektiv/ isim dedektif He is a clever detective. O akıllı bir dedektiftir. |
|
|
Term
|
Definition
determine /di'tö:min/ fiil belirlemek, saptamak Let's determine a date for the party. Parti için bir tarih saptayalım. |
|
|
Term
|
Definition
determined /di'tö:mind/ sıfat kararlı, azimliHe was a very determined leader. O çok kararlı bir liderdi. |
|
|
Term
|
Definition
develop /di'velıp/ fiil gelişmek; geliştirmek Turkey is developing. Türkiye gelişiyor. |
|
|
Term
|
Definition
development /di'velıpmınt/ isim gelişme, kalkınma There has been great development in that country. O ülkede büyük gelişme olmuştur. |
|
|
Term
|
Definition
dialogue /'dayılog/ isim diyalogThe dialogue in the film was bad. Filmdeki diyalog kötüydü. |
|
|
Term
|
Definition
diamond /'dayımınd/ isim elmas I've lost my diamond ring. Elmas yüzüğümü kaybettim. |
|
|
Term
|
Definition
diary /'dayıri/ isim anı defteriShe has been keeping a diary for two years. İki yıldır anı defteri tutuyor. |
|
|
Term
|
Definition
dictionary /'dikşınıri/ isim sözlük This dictionary is yours. Bu sözlük seninki. |
|
|
Term
|
Definition
did /did/ fiil bkz. do; I did my homework last night. Dün gece ev ödevimi yaptım. |
|
|
Term
|
Definition
die /day/ fiil ölmek He died in a car accident. O bir araba kazasında öldü. |
|
|
Term
|
Definition
diet /'dayıt/ isim perhiz, rejimMy mother is on a diet again. Annem yine perhizde. |
|
|
Term
|
Definition
differ /'difı/ fiil farklı olmakChinese and Japanese differ from each other. Çince ve Japonca birbirinden farklıdır. |
|
|
Term
|
Definition
difference /'difırıns/ isim fark Can you see the difference between those two pictures? Şu iki resim arasındaki farkı görebiliyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
different /'difırınt/ sıfat farklı He is different from his brother. O kardeşinden farklı |
|
|
Term
|
Definition
difficult /'difikılt/ sıfat güç, zor He asked us difficult questions. Bize zor sorular sordu. |
|
|
Term
|
Definition
difficulty /'difikılti/ isim zorluk, güçlük We had difficulty finishing the task in time. İşi vaktinde bitirmekte güçlük çektik. |
|
|
Term
|
Definition
dig /dig/ fiil dug /dag/ kazmak I want to dig a hole in the garden. Bahçede bir çukur kazmak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
dimension /day'menşın/ isim boyutI don’t know the dimensions of the bedroom. Yatak odasının boyutlarını bilmiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
dinner /'dinı/ isim akşam yemeği What did you have for dinner? Akşam yemeğinde ne yedin? |
|
|
Term
|
Definition
direct /di'rekt, dayrekt/ sıfat dolaysız, düz, aktarmasız, direkt Is there a direct flight to Beijing? Pekin'e direkt uçuş var mı? |
|
|
Term
|
Definition
direction /day'rekşın/ isim yön We lost our direction. Yönümüzü kaybettik. |
|
|
Term
|
Definition
directly /di'rektli/ zarf doğrudan doğruya, dosdoğru He went directly to his room. Dosdoğru odasına gitti. |
|
|
Term
|
Definition
director /day'rektı/ isim yönetmen, yönetici Can I talk to your director? Yöneticinizle görüşebilir miyim? |
|
|
Term
|
Definition
dirt /dö:t/ isim kir, pislik Clean the dirt on your face. Yüzündeki pisliği temizle. |
|
|
Term
|
Definition
dirty /'dö:ti/ sıfat kirli, pis The beggar's clothes were very dirty. Dilencinin giysileri çok kirliydi. |
|
|
Term
|
Definition
disabled /dis'eybıld/ sıfat sakatWe must do more things for disabled people. Sakat insanlar için daha çok şey yapmalıyız. |
|
|
Term
|
Definition
disaster /di'za:stı/ isim felaket, afet The earthquake in China was a disaster. Çin'deki deprem bir felaketti. |
|
|
Term
|
Definition
discipline /'disiplin/ isim disiplin We need discipline in our life. Hayatımızda disipline ihtiyaç duyarız. |
|
|
Term
|
Definition
discount /'diskaunt/ isim indirimIf you go there during the week you get a 25% discount. Oraya hafta içinde gidersen % 25 indirim alırsın. |
|
|
Term
|
Definition
discover /di'skavı/ fiil keşfetmek; bulmak Christopher Columbus discovered America in 1492. Kristof Kolomb 1492'de Amerika'yı keşfetti. |
|
|
Term
|
Definition
discovery /dis'kavıri/ isim keşif The scientist made a new discovery. Bilim adamı yeni bir keşif yaptı. discuss /di'skas/ fiil tartışmak What are they discussing? Neyi tartışıyorlar? |
|
|
Term
|
Definition
discussion /di'skaşın/ isim tartışma They had a serious discussion about the matter. Sorun hakkında ciddi bir tartışma yaptılar. |
|
|
Term
|
Definition
disease /di'zi:z/ isim hastalık Dirty water causes disease. Pis su hastalığa yol açar. |
|
|
Term
|
Definition
dish /diş/ isim tabak Fred is going to wash the dishes. Fred tabakları yıkayacak. |
|
|
Term
|
Definition
dishwasher /'dişwoşı/ isim bulaşık makinesi They don’t have a dishwasher. Onların bulaşık makinesi yok. |
|
|
Term
|
Definition
dislike /dis'layk/ fiil sevmemek, hoşlanmamak I dislike liars. Yalancıları sevmem. |
|
|
Term
|
Definition
dismiss /dis'mis/ fiil çıkarmak, atmak, kovmakThey dismissed him because he was drunk. Onu kovdular çünkü sarhoştu. |
|
|
Term
|
Definition
disorder /dis'o:dı/ isim karışıklık, düzensizlikThe accident caused disorder. Kaza karışıklığa neden oldu. |
|
|
Term
|
Definition
display /di'spley/ fiil göstermek, sergilemek His paintings are displayed in the hall. Onun tabloları salonda sergileniyor. |
|
|
Term
|
Definition
distance /'distıns/ isim uzaklık, mesafe What is the distance between Istanbul and Ankara?İstanbul ile Ankara arasındaki mesafe nedir? |
|
|
Term
|
Definition
distant /'distınt/ sıfat uzak, uzaktaHarry is a distant relative of mine. Harry uzak akrabamdır. |
|
|
Term
|
Definition
distinction /di'stinkşın/ isim fark, ayırım There is no clear distinction between the two words. İki sözcük arasında belirgin bir fark yok. |
|
|
Term
|
Definition
distinguish /di'stingwiş/ fiil ayırt etmekShe is colour-blind so she can’t distinguish between colours. O renk körü, bu yüzden renkleri ayırt edemiyor. |
|
|
Term
|
Definition
distribute /di'stribyu:t/ fiil dağıtmak, bölüştürmekSelma distributed the photgraphs to everybody. Selma herkese fotoğrafları dağıttı. |
|
|
Term
|
Definition
disturb /di'stö:b/ fiil rahatsız etmek Please do not disturb. Lütfen rahatsız etmeyiniz. |
|
|
Term
|
Definition
dive /dayv/ fiil dalmak He dived into the water. Suya daldı. |
|
|
Term
|
Definition
divide /di'vayd/ fiil bölmek Divide 8 into 4, the answer is 2. 8'i 4'e böl, yanıt 2'dir. |
|
|
Term
|
Definition
division /di'vijın/ isim paylaştırma, pay etme, bölme We want an equal division of food. Yiyeceğin eşit olarak paylaştırılmasını istiyoruz. |
|
|
Term
|
Definition
divorce /di'vo:s/ isim boşanmaDivorce can have bad effects on children. Boşanmanın çocuklar üzerinde kötü etkileri olabilir. |
|
|
Term
|
Definition
do /du:/ fiil did /did/, done /dan/ yapmak What are you doing? Ne yapıyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
doctor /'doktı/ isim doktor The doctor gave me some pills. Doktor bana birkaç hap verdi. |
|
|
Term
|
Definition
document /'dokyumınt/ isim belge I have an important document to keep. Saklayacak önemli bir belgem var. |
|
|
Term
|
Definition
dog /dog/ isim köpek My neighbour's dog barked all night. Komşumun köpeği bütün gece havladı. |
|
|
Term
|
Definition
doll /dol/ isim oyuncak bebek The little girl wants a doll. Küçük kız bir oyuncak bebek istiyor. |
|
|
Term
|
Definition
dollar /'dolı/ isim dolar I paid 8 dollars for this shirt. Bu gömleğe 8 dolar ödedim. |
|
|
Term
|
Definition
domestic /dı'mestik/ sıfat 1- yerli, yurt içi I'm more interested in domestic news. Yerli haberlerle daha çok ilgileniyorum. 2- evcil, eve ait Cat is a domestic animal. Kedi evcil bir hayvandır. |
|
|
Term
|
Definition
dominant /'dominınt/ sıfat egemenJack is the dominant character in this show. Bu gösterideki egemen karakter Jack. |
|
|
Term
|
Definition
dominate /'domineyt/ fiil egemen olmakHe dominated others for a long time. Uzun sure diğerlerine egemendi. |
|
|
Term
|
Definition
donkey /'danki/ isim eşek The donkey was very stubborn. Eşek çok inatçıydı. |
|
|
Term
|
Definition
door /do:/ isim kapı Lock the door! Kapıyı kilitle! |
|
|
Term
|
Definition
double /'dabıl/ sıfat çift, iki kişilik I need a double room. İki kişilik bir oda istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
doubt /daut/ isim kuşku I have no doubt about it. Bundan hiç kuşkum yok. |
|
|
Term
|
Definition
down /daun/ zarf aşağı, aşağıya, aşağıda He walked down the stairs. Merdivenlerden aşağıya yürüdü. |
|
|
Term
|
Definition
download /daun'loud/ fiil (internetten dosya) indirmek The downloading speed is low. Dosya indirme hızı düşük. |
|
|
Term
|
Definition
downstairs /daun'steız/ isim, zarf alt kata, alt katta She went downstairs to open the door. Kapıyı açmak için alt kata gitti. |
|
|
Term
|
Definition
downtown /'dauntaun/ isim, zarf şehir merkezine, çarşıyaLet’s go downtown to do some shopping. Biraz alışveriş yapmak için şehir merkezine gidelim. |
|
|
Term
|
Definition
dozen /'dazın/ isim düzine I want a dozen eggs. Bir düzine yumurta istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
draft /dra:ft/ isim taslakCan I see the drafts? Taslakları görebilir miyim? |
|
|
Term
|
Definition
drag /dreg/ fiil sürüklemek, sürümek, çekmekHe dragged the suitcase. Bavulu sürükledi. |
|
|
Term
|
Definition
drama /'dra:mı/ isim drama, tiyatro sanatıAre you interested in drama? Tiyatro sanatı ile ilgilenir misin? |
|
|
Term
|
Definition
drank /drenk/ fiil bkz. drink;She drank a glass of water. Bir bardak su içti. |
|
|
Term
|
Definition
draw /dro:/ fiil drew /dru:/, drawn /dro:n/ resim yapmak, çizmek Draw a cat. Bir kedi resmi yap. |
|
|
Term
|
Definition
drawer /'dro:/ isim çekmece, göz He put his socks in the drawer. Çoraplarını çekmeceye koydu. |
|
|
Term
|
Definition
drawn /dro:n/ fiil bkz. draw; Have you drawn the map? Haritayı çizdin mi? |
|
|
Term
|
Definition
dream /dri:m/ 1- isim rüya I had a beautiful dream last night. Dün gece güzel bir rüya gördüm. 2- fiil dreamt /dremt/ rüya görmek Do you dream at night? Geceleyin rüya görür müsün? |
|
|
Term
|
Definition
dress /dres/ isim kadın elbisesi, giysi Can I wear your blue dress tonight? Bu gece mavi elbiseni giyebilir miyim? |
|
|
Term
|
Definition
drink /drink/ fiil drank /drenk/, drunk /drank/ içmekWhat do you want to drink? Ne içmek istiyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
drive /drayv/ fiil drove /drouv/, driven /'drivın/ araba kullanmak, sürmek In England people drive on the left. İngiltere'de insanlar soldan araba kullanırlar. |
|
|
Term
|
Definition
driver /'drayvı/ isim sürücü The driver didn't know what was happening. Sürücü ne olduğunu bilmiyordu. |
|
|
Term
|
Definition
drop /drop/ 1- isim damla There were drops of rain on the window. Pencerede yağmur damlaları vardı. 2- fiil düşürmek, atmak You've dropped your money. Paranı düşürdün. |
|
|
Term
|
Definition
drove /drouv/ fiil bkz. drive; He drove very fast to escape. Kaçmak için çok hızlı sürdü. |
|
|
Term
|
Definition
drown /draun/ fiil boğulmak If you can't swim, you'll drown. Yüzemezsen boğulursun. |
|
|
Term
|
Definition
drug /drag/ isim ilaç This drug will be useful for the sick. Bu ilaç hastalara yararlı olacak. |
|
|
Term
|
Definition
drum /dram/ isim davul Can you play the drums? Davul çalabilir misin?" |
|
|
Term
|
Definition
drunk /drank/ 1- fiil bkz. drink; He has drunk a lot of beer. Çok bira içti. 2- sıfat sarhoş If you drink too much, you get drunk. Çok içersen sarhoş olursun. |
|
|
Term
|
Definition
dry /dray/ 1- sıfat kuru This shirt isn't dry yet. Bu gömlek henüz kuru değil. 2- fiil kurutmak Dry your hair. Saçını kurut. |
|
|
Term
|
Definition
duck /dak/ isim ördek The ducks are swimming on the lake. Ördekler gölde yüzüyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
due to /dyu: tu/ edat yüzünden, nedeniyle He was late due to his illness. Hastalığı yüzünden geç kaldı. |
|
|
Term
|
Definition
duel /dyu:ıl/ isim düello The two men had a duel with swords. İki adam kılıçlarla düello yaptılar. |
|
|
Term
|
Definition
dug /dag/ fiil bkz. dig; He dug a hole in the ground. Yerde bir çukur kazdı. |
|
|
Term
|
Definition
dull /dal/ sıfat can sıkıcı Television programmes are very dull nowadays. Bu günlerde televizyon programları çok sıkıcı. |
|
|
Term
|
Definition
dumb /dam/ sıfat dilsiz He is deaf and dumb. O sağır ve dilsizdir. |
|
|
Term
|
Definition
during /'dyuıring/ edat esnasında, sırasında He broke his leg during the match. Maç sırasında bacağını kırdı. |
|
|
Term
|
Definition
dust /dast/ isim toz There was dust on all the furniture. Bütün mobilyaların üzerinde toz vardı. |
|
|
Term
|
Definition
dusty /'dasti/ sıfat tozlu This table is dusty. Bu masa tozlu. |
|
|
Term
|
Definition
duty /'dyu:ti/ isim görev It's your duty to clean the blackboard. Tahtayı temizlemek senin görevin. |
|
|
Term
|
Definition
dye /day/ fiil boyamak She dyed her hair black. Saçını siyaha boyadı. |
|
|
Term
|
Definition
each /i:ç/ zamir her, her bir The teacher gave each child an ice-cream. Öğretmen her bir çocuğa bir dondurma verdi. |
|
|
Term
|
Definition
eager /'i:gı/ sıfat istekli, hevesli, arzuluStudents look eager to start the game. Öğrenciler oyuna başlamak için hevesli görünüyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
eagle /'i:gıl/ isim kartal Eagles can fly very fast. Kartallar çok hızlı uçabilirler. |
|
|
Term
|
Definition
ear /iı/ isim kulak Elephants have big ears. Fillerin büyük kulakları vardır. |
|
|
Term
|
Definition
early /'ö:li/ sıfat, zarf erken I got up early this morning. Bu sabah erken kalktım. |
|
|
Term
|
Definition
earn /ö:n/ fiil (çalışarak) kazanmak His father earns a lot of money. Onun babası çok para kazanır. |
|
|
Term
|
Definition
earring /'iıring/ isim küpeHe had silver earrings. Onun gümüş küpeleri vardı. |
|
|
Term
|
Definition
earth /ö:t/ isim dünya, yeryüzü; toprak Earth is a planet. Dünya bir gezegendir. |
|
|
Term
|
Definition
earthquake /'ö:tkweyk/ isim deprem The earthquake destroyed many buildings. Deprem birçok binayı mahvetti. |
|
|
Term
|
Definition
easily /'i:zili/ zarf kolayca He answered the questions easily. Soruları kolayca yanıtladı. |
|
|
Term
|
Definition
east /i:st/ isim, sıfat, zarf doğu The sun rises in the east and sets in the west. Güneş doğudan doğar ve batıdan batar. |
|
|
Term
|
Definition
easy /'i:zi/ sıfat kolay Our teacher always asks easy questions. Öğretmenimiz hep kolay sorular sorar. |
|
|
Term
|
Definition
eat /i:t/ fiil ate /et, eyt/, eaten /'i:tın/ yemek What would you like to eat? Ne yemek istersiniz? |
|
|
Term
|
Definition
economic /ekı'nomik/ sıfat ekonomik, iktisadi Economic reform is needed. Ekonomik reform gereklidir. |
|
|
Term
|
Definition
economical /ekı'nomikıl/ sıfat ekonomik, tasarruflu This car is very economical. Bu araba çok ekonomik. |
|
|
Term
|
Definition
economy /i'konımi/ isim ekonomi The economy in this country is getting worse. Bu ülkenin ekonomisi kötüleşiyor. |
|
|
Term
|
Definition
edition /i'dişın/ isim baskıShe has the first edition of the dictionary. Onda sözlüğün ilk baskısı var. |
|
|
Term
|
Definition
education /edyu'keyşın/ isim eğitim, öğretim The poor man didn’t have a good education Yoksul adam iyi bir eğitim almadı. |
|
|
Term
|
Definition
effect /i'fekt/ isim etki Smoking has a bad effect on your lungs. Sigara içmenin ciğerleriniz üzerinde kötü etkisi vardır. |
|
|
Term
|
Definition
efficiency /i'fişınsi/ isim işbilirlik, yeterlikEfficiency is necessary in this job. Bu işte yeterlik gerekli. |
|
|
Term
|
Definition
efficient /i'fişınt/ sıfat iyi çalışan, hızlı ve verimli, becerikliVal is a very efficient worker. Val çok becerikli bir işçi. |
|
|
Term
|
Definition
effort /'efıt/ isim çaba They made great effort to save the child. Çocuğu kurtarmak için büyük çaba sarf ettiler. |
|
|
Term
|
Definition
egg /eg/ isim yumurta He always has eggs for breakfast. O hep kahvaltıda yumurta yer. |
|
|
Term
|
Definition
either /'aydı/ zamir, bağlaç1- ikisinden biri, (her) iki I don't believe either of you. İkinize de inanmıyorum. 2- either ... or ya ... ya da Either you or I am wrong. Ya sen ya da ben yanılıyoruz. |
|
|
Term
|
Definition
either /'aydı/ zamir, bağlaç 1- ikisinden biri, (her) iki I don't believe either of you. İkinize de inanmıyorum. 2- either ... or ya ... ya da Either you or I am wrong. Ya sen ya da ben yanılıyoruz. |
|
|
Term
|
Definition
elbow /'elbou/ isim dirsek She broke her elbow in the accident. Kazada dirseğini kırdı. |
|
|
Term
|
Definition
elect /i'lekt/ fiil seçmek We are going to elect a new leader. Yeni bir lider seçeceğiz. |
|
|
Term
|
Definition
election /i'lekşın/ isim seçim Do you know the election results? Seçim sonuçlarını biliyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
electric /i'lektrik/ sıfat elektrikli There is an electric heater in my bathroom. Banyomda elektrikli bir ısıtıcı var. |
|
|
Term
|
Definition
electrical /i'lektrikıl/ sıfat elektrikli, elektrikMy brother is an electrical engineer. Erkek kardeşim elektrik mühendisidir. |
|
|
Term
|
Definition
electrician /ilek'trişın/ isim elektrikçi My father is an electrician. Babam elektrikçidir. |
|
|
Term
|
Definition
electricity /ilek'trisiti/ isim elektrik Electricity is necessary for many things. Elektrik birçok şey için gereklidir. |
|
|
Term
|
Definition
electronic /ilek'tronik/ sıfat elektronikI like electronic music. Elektronik müziği severim. |
|
|
Term
|
Definition
elephant /'elifınt/ isim fil Elephants live in Asia and Africa. Filler Asya ve Afrika'da yaşar. |
|
|
Term
|
Definition
elevator /'eliveytı/ isim asansör Is there an elevator in the building? Binada asansör var mı? |
|
|
Term
|
Definition
else /els/ zarf başka What else do you want? Başka ne istiyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
elsewhere /els'weı/ zarf başka yerde, başka yere I can find the same book elsewhere. Aynı kitabı başka yerde bulabilirim |
|
|
Term
|
Definition
e-mail /'i:meyl/ isim e-posta I got a strange e-mail yesterday. Dün garip bir e-posta aldım. |
|
|
Term
|
Definition
emergency /i'mö:cınsi/ isim acil durum, olağanüstü durum Call the police if there is an emergency. Acil durum olursa polisi ara. |
|
|
Term
|
Definition
emotion /i'mouşın/ isim heyecan, duyguHe hides his emotions. Duygularını saklıyor. |
|
|
Term
|
Definition
emotional /i'mouşınıl/ sıfat duygusal, duyguluShe likes emotional films. O duygusal filmleri sever. |
|
|
Term
|
Definition
emperor /'empırı/ isim imparator Julius Ceaser was an emperor. Jul Sezar bir imparatordu. |
|
|
Term
|
Definition
emphasis /'emfısis/ isim vurgu He placed emphasis on that point. O konuyu vurguladı. |
|
|
Term
|
Definition
empire /'empayı/ isim imparatorluk When did the Ottoman Empire end? Osmanlı İmparatorluğu ne zaman sona erdi? |
|
|
Term
|
Definition
employ /im'ploy/ fiil iş vermek, çalıştırmak They are going to employ two more waiters this year. Bu sene iki garson daha alacaklar. |
|
|
Term
|
Definition
employee /imploy'i:/ isim işçi, memur, eleman How many employees do you have in your company? Şirketinizde kaç eleman var? |
|
|
Term
|
Definition
employer /im'ployı/ isim patron, işveren We have a kind employer. Nazik bir patronumuz var. |
|
|
Term
|
Definition
employment /im'ploymınt/ isim iş, istihdam The employment rate is low in this city. Bu şehirde istihdam oranı düşüktür. |
|
|
Term
|
Definition
empress /'empris/ isim imparatoriçe Cleopatra was a famous empress. Kleopatra ünlü bir imparatoriçeydi. |
|
|
Term
|
Definition
empty /'empti/ sıfat boş The room was empty. Oda boştu. |
|
|
Term
|
Definition
encounter /in'kauntı/ fiil karşılaşmakI first encountered him at a party. Onunla ilk olarak bir partide karşılaştım. |
|
|
Term
|
Definition
encyclopedia /insayklı'pi:diı/ isim ansiklopedi You can find that information in this encyclopedia. O bilgiyi bu ansiklopedide bulabilirsin. |
|
|
Term
|
Definition
end /end/ 1- isim son The end of the film was sad. Filmin sonu üzücüydü. 2- fiil sona ermek The road ended at the village. Yol köyde sona erdi. |
|
|
Term
|
Definition
enemy /'enımi/ isim düşman The enemy attacked the city. Düşman şehire saldırdı. |
|
|
Term
|
Definition
energy /'enıci/ isim enerji This machine works with electrical energy. Bu makine elektrik enerjisiyle çalışır. |
|
|
Term
|
Definition
engage /in'geyc/ fiil çalıştırmak, ücretle tutmakHe engaged a piano teacher for her. Ona bir piyano öğretmeni tuttu. |
|
|
Term
|
Definition
engine /'encin/ isim motor The plane's engine was burning. Uçağın motoru yanıyordu. |
|
|
Term
|
Definition
engineer /enci'niı/ isim mühendis My brother is an engineer. Kardeşim bir mühendistir. |
|
|
Term
|
Definition
English /'ingliş/ 1- sıfat İngiliz He's English. O İngilizdir. 2- isim İngilizce I'm learning English. İngilizce öğreniyorum. |
|
|
Term
|
Definition
enjoy /in'coy/ fiil hoşlanmak, zevk almak Did you enjoy the film? Filmden hoşlandın mı? |
|
|
Term
|
Definition
enjoyable /in'coyıbıl/ sıfat zevkli, hoş, güzel, eğlenceliIt was an enjoyable party. Eğlenceli bir partiydi. |
|
|
Term
|
Definition
enormous /i'no:mıs/ sıfat çok büyük, kocaman They live in an enormous house. Kocaman bir evde oturuyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
enough /i'naf/ zarf yeter, yeterince I haven't got enough money to buy a car. Bir araba almak için yeterince param yok. |
|
|
Term
|
Definition
enquiry /in'kwayıri/ isim soruşturma, incelemeThe enquiry took six months. Soruşturma altı ay sürdü. |
|
|
Term
|
Definition
ensure /in'şuı/ fiil garanti etmek, sağlama almak, sağlamak He has to ensure that they are safe. Onların emniyette olmalarını sağlamak zorundadır. |
|
|
Term
|
Definition
enter /'entı/ fiil içeri girmek, girmek He entered the room without knocking on the door. Kapıya vurmadan odaya girdi. |
|
|
Term
|
Definition
entertainment /entı'teynmınt/ isim eğlence There isn't much entertainment here. Burada fazla eğlence yok. |
|
|
Term
|
Definition
enthusiastic /in'tyu:ziestik/ sıfat şevkli, istekli, coşkun She is a very enthusiastic journalist. O çok şevkli bir gazeteci |
|
|
Term
|
Definition
entire /in'tayı/ sıfat bütün, tüm, tam The entire family were happy. Bütün aile memnun oldu. |
|
|
Term
|
Definition
entirely /in'tayıli/ zarf bütünüyle, tümüyle I have entirely forgotten about her birthday. Onun doğumgününü tümüyle unuttum. |
|
|
Term
|
Definition
entrance /'entrıns/ isim giriş The school has three entrances. Okulun üç girişi var. |
|
|
Term
|
Definition
entry /'entri/ isim giriş Where is the entry to the hotel? Otelin girişi nerede? |
|
|
Term
|
Definition
envelope /'envıloup/ isim zarf I put a stamp on the envelope. Zarfın üzerine bir pul koydum. |
|
|
Term
|
Definition
environment /in'vayrınmınt/ isim çevre, ortam Animals grow well in natural environment. Hayvanlar doğal ortamda iyi yetişirler. |
|
|
Term
|
Definition
equal /'i:kwıl/ sıfat eşit, denk Cut the apple into 4 equal pieces. Elmayı 4 eşit parçaya böl. |
|
|
Term
|
Definition
equally /'i:kwıli/ zarf eşit olarak, aynı derecede Women are treated equally in this country. Bu ülkede kadınlara eşit davranılır. |
|
|
Term
|
Definition
equipment /i'kwipmınt/ isim teçhizat, donatı, araç gereç They have modern equipment. Onlar modern araç gerece sahip. |
|
|
Term
|
Definition
equivalent /i'kwivılınt/ sıfat eşdeğer, denk, eşitWhat is 5 dollars equivalent to YTL? 5 dolar kaç YTL’ye eşit? |
|
|
Term
|
Definition
error /'erı/ isim hata Everyone makes errors in their lives. Herkes hayatında hata yapar. |
|
|
Term
|
Definition
escalator /'eskıleytı/ isim yürüyen merdiven The escalator isn't working. Yürüyen merdiven çalışmıyor. |
|
|
Term
|
Definition
escape /i'skeyp/ fiil kaçmak Three men escaped from prison. Üç adam hapishaneden kaçtı. |
|
|
Term
|
Definition
especially /i'speşıli/ zarf özellikle I made the cake especially for you. Pastayı özellikle senin için yaptım. |
|
|
Term
|
Definition
establish /i'stebliş/ fiil kurmak They will establish a research centre here. Buraya bir araştırma merkezi kuracaklar. |
|
|
Term
|
Definition
establishment /i'steblişmınt/ isim kuruluş, kurum, işletme This establishment has been here for ten years. Bu kuruluş on yıldır buradadır. |
|
|
Term
|
Definition
estate /i'steyt/ isim mal, mülk, emlak He is an estate agent. O bir emlak komisyoncusudur. |
|
|
Term
|
Definition
estimate /'estimeyt/ fiil tahmin etmek We estimate that the loss will be around 900 dollars. Zararın yaklaşık 900 dolar olacağını tahmin ediyoruz. |
|
|
Term
|
Definition
etc /et'setrı/ zarf ve benzeri, vb. I bought eggs, butter, cheese, milk, etc. Yumurta, tereyağı, peynir, süt ve benzeri aldım. |
|
|
Term
|
Definition
ethnic /'etnik/ sıfat etnikThey are an ethnic minority. Onlar etnik bir azınlık. |
|
|
Term
|
Definition
euro /'yuırou/ isim avro The prices in this shop are given in euros. Bu mağazada fiyatlar avro olarak belirtilmiştir. |
|
|
Term
|
Definition
European Union /'yuırı'pi:ın 'yu:niın/ isim Avrupa BirliğiTurkey is trying to join the European Union. Türkiye Avrupa Birliğine girmeye çalışıyor. |
|
|
Term
|
Definition
even /'i:vın/ zarf hatta, bile The burglar even stole my daughter's doll. Hırsız kızımın oyuncak bebeğini bile çaldı. |
|
|
Term
|
Definition
evening /'i:vning/ isim akşam Are you going out this evening? Bu akşam dışarı çıkıyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
event /i'vent/ isim olay What was the most important event of 1987? 1987'nin en önemli olayı neydi? |
|
|
Term
|
Definition
eventually /i'vençıli/ zarf en sonunda, sonunda Eventually, he lost the game. Sonunda oyunu kaybetti. |
|
|
Term
|
Definition
ever /'evı/ zarf hiç Have you ever seen a snake? Sen hiç yılan gördün mü? |
|
|
Term
|
Definition
every /'evri/ zarf her (bir) I work every Saturday. Her cumartesi çalışırım. |
|
|
Term
|
Definition
everybody /'evribodi/ zamir herkes Everybody was very happy at the party. Partide herkes mutluydu. |
|
|
Term
|
Definition
everyone /'evriwan/ zamir herkes Everyone has gone to the party except me. Ben hariç herkes partiye gitti. |
|
|
Term
|
Definition
everything /'evriting/ zamir her şey Is everything ready? Her şey hazır mı? |
|
|
Term
|
Definition
everywhere /'evriweı/ zarf her yere, her yerde I looked everywhere but I couldn't find my glasses. Her yere baktım ama gözlüğümü bulamadım. |
|
|
Term
|
Definition
evident /'evidınt/ sıfat besbelli, açıkIt is evident that you are not happy. Mutlu olmadığın besbelli. |
|
|
Term
|
Definition
evil /'i:vıl/ sıfat kötü, kemAlcohol has evil effects. Alkolün kötü etkileri vardır. |
|
|
Term
|
Definition
evolution /i:vı'luşın/ isim evrimDo you believe in Darwin’s theory of evolution? Darwin’in evrim kuramına inanıyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
exactly /ig'zektli/ zarf tamamen, aynen, tam olarak I know exactly what to do. Ne yapmam gerektiğini tam olarak biliyorum. |
|
|
Term
|
Definition
exaggerate /ig'zecıreyt/ fiil abartmakPaul exaggerates everything. Paul her şeyi abartır. |
|
|
Term
|
Definition
exam /ig'zem/ isim sınav You have to pass the exam to enter university. Üniversiteye girmek için sınavı geçmek zorundasın. |
|
|
Term
|
Definition
examination /igzemi'neyşın/ isim 1- muayene He has a physical examination every year. Her yıl muayene olur. 2- sınav, imtihan There is a written examination in German. Almanca'dan yazılı sınav var. |
|
|
Term
|
Definition
examine /ig'zemin/ fiil muayene etmek The doctor wants to examine your chest. Doktor göğsünü muayene etmek istiyor. |
|
|
Term
|
Definition
example /ig'za:mpıl/ isim 1- örnek Can you give me an example? Bana bir örnek verebilir misin? 2- for example örneğin There are many interesting places in Istanbul, for example Topkapi Palace. İstanbul'da çok ilginç yerler vardır, örneğin Topkapı Sarayı. |
|
|
Term
|
Definition
excellent /'eksılınt/ sıfat mükemmelHer English is excellent. Onun İngilizcesi mükemmel. |
|
|
Term
|
Definition
except /ik'sept/ bağlaç, edat hariç, -den başka I answered all the questions except the second one. İkincisi hariç bütün soruları cevapladım. |
|
|
Term
|
Definition
exception /ik'sepşın/ isim istisna This is an exception. It doesn’t happen all the time. Bu bir istisna. Her zaman olmaz. |
|
|
Term
|
Definition
exchange /iks'çeync/ fiil değiştirmek His new shirt was too small so she exchanged it for a bigger one. Yeni gömleği çok küçüktü bu yüzden onu daha büyüğü ile değiştirdi. |
|
|
Term
|
Definition
exciting /ik'sayting/ sıfat heyecan verici, heyecanlı The competition was very exciting. Yarışma çok heyecanlıydı. |
|
|
Term
|
Definition
exclamation mark /eksklı'meyşın ma:k/ isim ünlem işareti You have forgotten to put an exclamation mark here. Buraya bir ünlem işareti koymayı unutmuşsun. |
|
|
Term
|
Definition
excursion /ik'skö:şın/ isim gezinti, gezi The students went to Marmaris on an excursion. Öğrenciler Marmaris'e geziye gittiler. |
|
|
Term
|
Definition
excuse /ik'skyu:z/ 1- fiil affetmek I can't excuse his behaviour. Onun davranışını affedemem. 2- excuse me affedersiniz Excuse me. Can I sit here? Affedersiniz. Buraya oturabilir miyim? 3- isim mazeret, bahane What’s your excuse this time? Bu seferki mazeretin ne? |
|
|
Term
|
Definition
executive /ig'zekyutiv/ isim yönetici, idareci He is the executive manager of the company. Şirketin yönetici müdürüdür. |
|
|
Term
|
Definition
exercise /'eksısayz/ isim alıştırma Do the exercises at home. Alıştırmaları evde yapın. |
|
|
Term
|
Definition
exhibition /eksi'bişın/ isim sergi There was an exhibition of old carpets at the museum. Müzede eski halı sergisi vardı. |
|
|
Term
|
Definition
exist /ig'zist/ fiil var olmak, bulunmak Life cannot exist without oxygen. Oksijensiz yaşam var olamaz. |
|
|
Term
|
Definition
exit /'eksit/ isim çıkış The exit is on the left. Çıkış solda. |
|
|
Term
|
Definition
expansion /ik'spenşın/ isim genişleme, genleşme, büyümeThe country had a period of economic expansion. Ülke ekonomik büyüme dönemi geçirdi |
|
|
Term
|
Definition
expect /ik'spekt/ fiil beklemek, ummak I don't expect you to apologize. Özür dilemeni beklemiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
expense /ik'spens/ isim masraf, gider Who is to cover the expenses? Masrafları kim karşılayacak? |
|
|
Term
|
Definition
expensive /ik'spensiv/ sıfat pahalı, masraflı This is a very expensive clock. Bu çok pahalı bir saattir. |
|
|
Term
|
Definition
experience /ik'spiıriıns/ isim deneyim, tecrübeShe had a rich experience of teaching. Zengin bir öğretmenlik deneyimi vardı. |
|
|
Term
|
Definition
experienced /ik'spiıriınst/ sıfat deneyimli, tecrübeliDon’t worry. He is an experienced pilot. Endişelenme. O deneyimli bir pilottur. |
|
|
Term
|
Definition
expert /'ekspö:t/ isim uzman There are a lot of experts in this field. Bu alanda birçok uzman var. |
|
|
Term
|
Definition
explain /ik'spleyn/ fiil açıklamak Can you explain this to me? Bunu bana açıklayabilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
explanation /eksplı'neyşın/ isim açıklama His explanation was very clear. Açıklaması çok açıktı. |
|
|
Term
|
Definition
explode /ik'sploud/ fiil patlamak, patlatmak The bomb exploded. Bomba patladı. |
|
|
Term
|
Definition
explore /ik'splo:/ fiil keşfetmek Man has begun to explore the universe. İnsanoğlu evreni keşfetmeye başladı. |
|
|
Term
|
Definition
explosion /ik'sploujın/ isim patlama Did you hear the explosion at the factory? Fabrikadaki patlamayı duydun mu |
|
|
Term
|
Definition
export /ik'spo:t/ 1- fiil ihraç etmek The company exports vegetables to Russia. Şirket Rusya'ya sebze ihraç ediyor. 2- isim /'ekspo:t/ ihracat, dışsatım Our export to Europe has increased. Avrupa'ya ihracatımız arttı. |
|
|
Term
|
Definition
express /ik'spres/ 1- fiil dile getirmek, anlatmak, ifade etmek He expressed himself well. Kendini iyi ifade etti. 2- sıfat ekspres, hızlı There is no express train to that village. O köye ekspres tren yok. |
|
|
Term
|
Definition
expression /ik'spreşın/ isim 1- söz, tabir, deyim We learn the words and expressions before we study the text. Metni incelemeden önce sözcük ve deyimleri öğreniyoruz. 2- ifade, anlatım The expression on his face was hard to understand. Yüzündeki ifadeyi anlamak zordu. |
|
|
Term
|
Definition
extend /ik'stend/ fiil erişmek, yayılmak, uzanmak The mountains extend to the sea. Dağlar denize uzanır. |
|
|
Term
|
Definition
extra /'ekstrı/ zarf fazla, ek, fazladan He did something extra to get the job. İşi almak için ek bir şey yaptı. |
|
|
Term
|
Definition
extraordinary /ik'stro:dınıri/ sıfat olağanüstüDon has an extraordinary artistic talent. Don olağanüstü bir sanat yeteneğine sahip. |
|
|
Term
|
Definition
extreme /ik'stri:m/ sıfat aşırıThey say we will have extreme heat this summer. Bu yaz aşırı sıcaklar olacağını söylüyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
extremely /ik'stri:mli/ zarf son derece, çok It is extremely cold in winter. Hava kışın son derece soğuk olur. |
|
|
Term
|
Definition
eye /ay/ isim göz She's got blue eyes. Onun mavi gözleri var. |
|
|
Term
|
Definition
eyebrow /'aybrau/ isim kaş He raised his eyebrows. Kaşlarını kaldırdı. |
|
|
Term
|
Definition
eyelash /'ayleş/ isim kirpik You've got beautiful eyelashes. Güzel kirpiklerin var. |
|
|
Term
|
Definition
eyelid /'aylid/ isim gözkapağıShe has black eyelids. Onun siyah gözkapakları var. |
|
|
Term
|
Definition
face /feys/ isim yüz Her face is very pretty. Onun yüzü çok güzel. |
|
|
Term
|
Definition
fact /fekt/ isim gerçek We want to know the fact. Gerçeği bilmek istiyoruz. |
|
|
Term
|
Definition
factor /'fektı/ isim etmen, faktörWhat are the factors that cause crime? Suça neden olan etmenler nelerdir? |
|
|
Term
|
Definition
factory /'fektıri/ isim fabrika How many factories are there in Turkey? Türkiye'de kaç tane fabrika var? |
|
|
Term
|
Definition
fail /feyl/ fiil 1- başaramamak He failed to finish the work. İşi bitirmeyi başaramadı. 2- (sınavda) kalmak He failed the exam. Sınavda kaldı. |
|
|
Term
|
Definition
failure /'feylyı/ isim başarısızlık Failure teaches success. Başarısızlık, başarı dersi verir. |
|
|
Term
|
Definition
faint /feynt/ fiil bayılmak She fainted when she saw the accident. Kazayı görünce bayıldı. |
|
|
Term
|
Definition
fair /feı/ 1- sıfat sarışın, kumral, sarı He's got fair hair. Sarı saçı var. 2- isim fuar, sergi Have you been to the fair? Fuara gittin mi? |
|
|
Term
|
Definition
fairly /'feıli/ zarf oldukça It is fairly warm today. Bugün hava oldukça sıcaktı. |
|
|
Term
|
Definition
faith /feyt/ isim inanç He has faith in God. Onun Tanrı'ya inancı var. |
|
|
Term
|
Definition
fall /fo:l/ fiil fell /fel/, fallen /'fo:lın/ düşmek Be careful or you will fall. Dikkatli ol yoksa düşersin. |
|
|
Term
|
Definition
false /fo:ls/ sıfat 1- yanlış He gave false information to the police. Polise yanlış bilgi verdi. 2- sahte, takma My grandfather has false teeth. Dedemin takma dişleri var. |
|
|
Term
|
Definition
familiar /fı'miliı/ sıfat bildik, tanıdık Are you familiar with this story? Bu öyküyü biliyor musunuz? |
|
|
Term
|
Definition
family /'femıli/ isim aile There are 5 people in my family. Ailemde 5 kişi var. |
|
|
Term
|
Definition
famous /'feymıs/ sıfat ünlü Picasso was a famous painter. Picasso ünlü bir ressamdı. |
|
|
Term
|
Definition
fan /fen/ isim hayran I am one of your fans. Hayranlarınızdan biriyim. |
|
|
Term
|
Definition
fancy /'fensi/ 1- sıfat fantezi, süslü I didn't like her dress. It was too fancy. Elbisesini beğenmedim. Çok süslüydü. 2- sıfat lüks, pahalı, kaliteli They took us to a fancy restaurant. Bizi lüks bir lokantaya götürdüler. 3- fiil istemek Do you fancy an ice cream? Dondurma ister misin? |
|
|
Term
|
Definition
far /fa:/ sıfat, zarf uzak; uzakta, uzağa How far is the village from here? Köy buradan ne kadar uzakta? |
|
|
Term
|
Definition
fare /feı/ isim yol parası How much is the fare to London? Londra'ya yol parası ne kadar? |
|
|
Term
|
Definition
farm /fa:m/ isim çiftlik My grandfather has a farm. Büyükbabamın bir çiftliği var. |
|
|
Term
|
Definition
farmer /'fa:mı/ isim çiftçi The farmers had good harvest this year. Çiftçiler bu yıl iyi ürün elde ettiler. |
|
|
Term
|
Definition
fascinating /'fesineyting/ sıfat etkileyici, büyüleyiciTom has a fascinating smile. Tom’un büyüleyici bir gülümsemesi var. |
|
|
Term
|
Definition
fashion /'feşın/ isim moda These skirts are the latest fashion. Bu etekler son moda. |
|
|
Term
|
Definition
fast /fa:st/ sıfat, zarf hızlı He can run very fast. O çok hızlı koşabilir. |
|
|
Term
|
Definition
fat /fet/ sıfat şişman He's the fattest man in the company. O şirketteki en şişman adamdır. |
|
|
Term
|
Definition
father /'fa:dı/ isim baba My father is 40 years old. Babam 40 yaşındadır. |
|
|
Term
|
Definition
father-in-law /'fa:dırinlo:/ isim kayınpederMy father-in-law is in textile business. Kayınpederim tekstil işinde. |
|
|
Term
|
Definition
fault /fo:lt/ isim hata, yanlışlıkI’m sorry. It’s my fault. Affedersin. Benim hatam. |
|
|
Term
|
Definition
favour /'feyvı/ isim iyilik Can you do me a favour? Bana bir iyilik yapabilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
favourite /'feyvırıt/ sıfat en sevilen, gözde Who is your favourite singer? En çok sevdiğin şarkıcı kim? |
|
|
Term
|
Definition
fax /feks/ isim faks I've just got a fax from him. Az önce ondan bir faks aldım. |
|
|
Term
|
Definition
fear /fiı/ 1- fiil korkmak He fears that he might lose. Kaybetmekten korkuyor. 2- isim korku There was fear in her voice. Sesinde korku vardı. |
|
|
Term
|
Definition
feather /'fedı/ isim tüy, kuş tüyü Birds have feathers. Kuşların tüyleri vardır. |
|
|
Term
|
Definition
fee /fi:/ isim ücret The entrance fee is too high. Giriş ücreti çok fazla. |
|
|
Term
|
Definition
feed /fi:d/ fiil fed /fed/ yiyecek vermek, yedirmek, beslemekWe have enough food to feed many people. Birçok insana yedirecek kadar yeterli yiyeceğimiz var. |
|
|
Term
|
Definition
feel /fi:l/ fiil felt /felt/ hissetmek, duymak I feel very happy today. Bugün kendimi çok mutlu hissediyorum. |
|
|
Term
|
Definition
feeling /'fi:ling/ isim duygu You hurt my feelings. Duygularımı incittin. |
|
|
Term
|
Definition
feet /fi:t/ isim ayaklar (tekili foot) Wash your feet before you go to bed. Yatmadan önce ayaklarını yıka. |
|
|
Term
|
Definition
fellow /'felou/ isim adam, herif, ahbapHe’s a strange fellow. O garip bir adam. |
|
|
Term
|
Definition
felt /felt/ fiil bkz. feel I felt a pain in my stomach. Karnımda bir ağrı hissettim. |
|
|
Term
|
Definition
female /'fi:meyl/ sıfat, isim dişi, kadın, bayan Half of the staff in this company is female. Bu şirkette personelin yarısı bayan. |
|
|
Term
|
Definition
fence /fens/ isim çit, parmaklık There was a fence around the park. Parkın etrafında bir çit vardı. |
|
|
Term
|
Definition
ferry /'feri/ isim feribot, araba vapuruIs there a ferry to the island? Adaya feribot var mı? |
|
|
Term
|
Definition
fertilizer /'fö:tilayzı/ isim gübreFertilizers help plants grow faster. Gübre bitkilerin daha hızlı büyümelerine yardım eder. |
|
|
Term
|
Definition
festival /'festivıl/ isim festival, şenlik There will be a festival next week here. Gelecek hafta burada bir festival olacak. |
|
|
Term
|
Definition
few /fyu:/ sıfat, zamir 1- az Few people enjoyed the opera last night. Az insan dün gece operayı beğendi. 2- a few birkaç There were only a few people at the cinema. Sinemada sadece birkaç kişi vardı. |
|
|
Term
|
Definition
field /fi:ld/ isim 1- tarla The farmer grew wheat in his fields. Çiftçi tarlalarında buğday yetiştirdi. 2- alan, saha The football field is muddy. Futbol sahası çamurlu. |
|
|
Term
|
Definition
fig /fig/ isim incirThere is a fig tree in our garden. Bahçemizde bir incir ağacı var. |
|
|
Term
|
Definition
fight /fayt/ fiil fought /fo:t/ 1- savaşmak The soldiers fought all day. Askerler bütün gün savaştı. 2- kavga etmek, dövüşmek The two boys were fighting. İki çocuk kavga ediyordu. |
|
|
Term
|
Definition
figure /'figı/ isim rakam, sayı Add up these figures. Bu sayıları topla. |
|
|
Term
|
Definition
file /fayl/ isim dosya We are going to check his file. Onun dosyasını kontrol edeceğiz. |
|
|
Term
|
Definition
fill /fil/ fiil doldurmak Fill the bucket with water. Kovayı suyla doldur. |
|
|
Term
|
Definition
film /film/ isim film What kind of films do you like? Ne tür filmlerden hoşlanırsın? |
|
|
Term
|
Definition
filthy /'filti/ sıfat pis, kirli Your shirt is filthy! Gömleğin pis! |
|
|
Term
|
Definition
final /'faynıl/ sıfat son, kesin, kati We are waiting for the final decision. Son kararı bekliyoruz. |
|
|
Term
|
Definition
finally /'faynıli/ zarf sonunda, en sonunda, nihayet Finally he gave up. Sonunda vazgeçti. |
|
|
Term
|
Definition
finance /fay'nens/ isim maliye Russia's finance minister is visiting Istanbul today. Bugün Rus maliye bakanı İstanbul'u ziyaret ediyor |
|
|
Term
|
Definition
financial /fay'nenşıl/ sıfat mali We need financial help. Mali yardıma ihtiyacımız var. |
|
|
Term
|
Definition
find /faynd/ fiil found /faund/ bulmak Where did you find your keys? Anahtarlarını nerede buldun? |
|
|
Term
|
Definition
fine /fayn/ sıfat güzel, iyi, hoş It was a fine day. Güzel bir gündü. |
|
|
Term
|
Definition
finger /'fingı/ isim parmak He cut his finger. Parmağını kesti. |
|
|
Term
|
Definition
finish /'finiş/ fiil bitirmek, bitmek Did you finish your homework? Ödevini bitirdin mi? |
|
|
Term
|
Definition
fire /fayı/ 1- isim ateş; yangın The fire burnt many trees. Yangın birçok ağacı yaktı. 2- fiil işten kovmak You’re fired! Kovuldun! |
|
|
Term
|
Definition
firm /fö:m/ 1- sıfat sert, katı I am used to sleeping on a firm mattress. Sert yatakta uyumaya alışığım. 2- isim firma, şirket He owns a firm. Onun bir şirketi var. |
|
|
Term
|
Definition
first /fö:st/ sıfat birinci, ilk "A" is the first letter of the English alphabet. "A " İngiliz alfabesinin ilk harfidir. |
|
|
Term
|
Definition
firstly /'fö:stli/ zarf önce, ilk önce, her şeyden önceFirstly, I want to make an announcement. Önce bir duyuru yapmak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
fish /fiş/ isim (çoğulu fish ya da fishes) balık There are many fish in the sea. Denizde çok balık var. |
|
|
Term
|
Definition
fisherman /'fişımın/ isim balıkçı The fisherman caught many fish. Balıkçı birçok balık yakaladı. |
|
|
Term
|
Definition
fit /fit/ fiil 1- uymak, yakışmak This dress fits you well. Bu elbise sana iyi uyuyor. 2- sıfat formda, sağlıklı People exercise to keep fit. İnsanlar form için egzersiz yapar. |
|
|
Term
|
Definition
fix /fiks/ fiil onarmak, tamir etmek He fixed the car. Arabayı tamir etti. |
|
|
Term
|
Definition
flag /fleg/ isim bayrak Can you see our flag? Bayrağımızı görebiliyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
flame /fleym/ isim alev When I returned the house was in flames. Döndüğümde ev alevler içindeydi. |
|
|
Term
|
Definition
flat /flet/ 1- isim daire My flat is in Kadıköy. Dairem Kadıköy'dedir. 2- sıfat düz Put it on a flat surface. Onu düz bir yere koy. |
|
|
Term
|
Definition
flavour /'fleyvı/ isim tat, lezzet, çeşniThis ice-cream has beautiful flavour. Bu dondurmanın güzel tadı var. |
|
|
Term
|
Definition
flight /flayt/ isim uçuş What time is your flight to Paris? Paris'e uçuşun saat kaçta? |
|
|
Term
|
Definition
float /'flout/ fiil yüzmek, batmamakWood floats on water. Tahta suda yüzer. |
|
|
Term
|
Definition
flood /flad/ isim sel, taşkın The flood killed many people. Sel birçok insanı öldürdü. |
|
|
Term
|
Definition
floor /flo:/ isim zemin, döşeme, yer There's blood on the floor. Yerde kan var. |
|
|
Term
|
Definition
flour /'flauı/ isim un I need some flour to make the cake. Pastayı yapmak için biraz una ihtiyacım var. |
|
|
Term
|
Definition
flow /flou/ fiil akmak Water flows slowly in this area. Bu bölgede su yavaş akar. |
|
|
Term
|
Definition
flower /'flauı/ isim çiçek Put these flowers in a vase. Bu çiçekleri bir vazoya koy. |
|
|
Term
|
Definition
flu /flu:/ isim grip I had flu last week. Geçen hafta grip oldum. |
|
|
Term
|
Definition
fly /flay/ fiil flew /flu:/, flown /floun/ uçmak Some birds can’t fly. Bazı kuşlar uçamazlar. |
|
|
Term
|
Definition
fog /fog/ isim sis I lost my way in the fog. Siste yolumu kaybettim. |
|
|
Term
|
Definition
folk /fouk/ isim halk I love Turkish folk music. Türk halk müziğini çok seviyorum. |
|
|
Term
|
Definition
follow /'folou/ fiil takip etmek, izlemek Follow that car please! Şu arabayı takip et lütfen! |
|
|
Term
|
Definition
following /'folouing/ sıfat ertesi He went to China in the following year. Ertesi yıl Çin'e gitti. |
|
|
Term
|
Definition
food /fu:d/ isim yiyecek, yemek There is a lot of food in the kitchen. Mutfakta çok yiyecek var. |
|
|
Term
|
Definition
fool /fu:l/ isim aptal, enayi Don’t be a fool! Aptal olma! |
|
|
Term
|
Definition
foolish /'fu:liş/ sıfat saçma, budalaca; aptal I've never heard such a foolish thing before! Daha önce böyle budalaca bir şey duymamıştım. |
|
|
Term
|
Definition
foot /fut/ isim (çoğulu feet /fi:t/) ayak The new footballer broke his left foot yesterday. Yeni futbolcu dün sol ayağını kırdı. |
|
|
Term
|
Definition
football /'futbo:l/ isim futbol I'm not interested in football. Futbolla ilgilenmem. |
|
|
Term
|
Definition
for /fı, fo:/ edat için This is for you. Bu sizin için. |
|
|
Term
|
Definition
force /fo:s/ fiil zorlamak He was forced to leave. Gitmeye zorlandı. |
|
|
Term
|
Definition
forehead /'fo:hed, 'forid/ isim alın He kissed his son on his forehead. Oğlunu alnından öptü. |
|
|
Term
|
Definition
foreign /'forın/ sıfat yabancı Have you ever been to a foreign country? Hiç yabancı bir ülkede bulundun mu? |
|
|
Term
|
Definition
foreigner /'forını/ isim yabancı Some people don’t want foreigners in their countries. Bazı insanlar ülkelerinde yabancıları istemezler. |
|
|
Term
|
Definition
forest /'forist/ isim orman You can see interesting animals in this forest. Bu ormanda ilginç hayvanlar görebilirsiniz. |
|
|
Term
|
Definition
forgave /fı'geyv/ fiil bkz. forgive I think they forgave him. Sanırım onu affettiler. |
|
|
Term
|
Definition
forget /fı'get/ fiil forgot /fı'got/, forgotten /fı'gotın/ unutmakI often forget to take my keys. Anahtarlarımı almayı sık sık unuturum. |
|
|
Term
|
Definition
forgive /fı'giv/ fiil forgave /fı'geyv/, forgiven /fı'givın/ bağışlamak, affetmek Please forgive my rudeness. Lütfen kabalığımı bağışlayınız. |
|
|
Term
|
Definition
forgot(ten) /fı'gotın/ fiil bkz. forgetI forgot to buy the paper. Gazeteyi almayı unuttum. |
|
|
Term
|
Definition
fork /fo:k/ isim çatal There are 8 forks on the table. Masanın üzerinde 8 çatal var. |
|
|
Term
|
Definition
form /fo:m/ isim 1- biçim She baked a cake in the form of a house. Ev biçiminde bir pasta pişirdi.2- form Please fill in these forms. Lütfen bu formları doldurunuz. |
|
|
Term
|
Definition
formal /'fo:mıl/ sıfat resmi They are holding a formal meeting. Resmi bir toplantı yapıyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
formula /'fo:myulı/ isim 1- formülThere are a lot of formulas in mathematics. Matematikte bir sürü formül vardır. 2- reçete What is the formula of a happy marriage? Mutlu bir evliliğin reçetesi nedir? |
|
|
Term
|
Definition
fortnight /'fo:tnayt/ isim iki haftaWe will be back in a fortnight. İki hafta içinde döneriz. |
|
|
Term
|
Definition
fortunate /'fo:çınıt/ sıfat şanslı, talihliHe is so fortunate that he has won the lottery twice. O kadar şanslı ki iki kere piyango kazandı. |
|
|
Term
|
Definition
fortune /'fo:çın/ isim şans, talih, kısmetYou should try your fortune. Şansını denemelisin. |
|
|
Term
|
Definition
forward(s) /'fo:wıd(z)/ zarf ileriye doğru The queue moved slowly forward. Kuyruk yavaş yavaş ileriye hareket etti. |
|
|
Term
|
Definition
fought /fo:t/ fiil bkz. fightThey fought for money. Para için dövüştüler. |
|
|
Term
|
Definition
found /faund/ fiil bkz. findHave you found your wallet? Cüzdanını buldun mu? |
|
|
Term
|
Definition
fox /foks/ isim tilki Fox is a beautiful animal. Tilki güzel bir hayvandır. |
|
|
Term
|
Definition
fragment /'fregmınt/ isim parça, kırıntıWhere are the fragments of the broken cup? Kırık fincanın parçaları nerede? |
|
|
Term
|
Definition
frame /freym/ isim çerçeve This picture needs a frame. Bu resmin bir çerçeveye ihtiyacı var. |
|
|
Term
|
Definition
frankly /'frenkli/ zarf açıkça, dobra dobraShe spoke frankly. Açıkça konuştu. |
|
|
Term
|
Definition
free /fri:/ sıfat 1- serbest, özgür We will be free after 5. Saat 5’ten sonra özgür olacağız. 2- ücretsiz, bedava He gave me a free ticket for the concert. Konser için bana bedava bir bilet verdi. |
|
|
Term
|
Definition
freedom /'fri:dım/ isim özgürlük The prisoners wanted freedom. Mahkumlar özgürlük istiyorlardı. |
|
|
Term
|
Definition
freeze /fri:z/ fiil froze /frouz/, frozen /'frouzın/ donmak I hope the water pipes don't freeze this winter. Umarın bu kış su boruları donmaz. |
|
|
Term
|
Definition
frequency /'fri:kwınsi/ isim sıklık, frekansThey are worried about the frequency of earthquakes. Depremlerin sıklığından endişeliler. |
|
|
Term
|
Definition
frequently /'fri:kwıntli/ zarf sık sık He frequently talks about his wife. Sık sık karısından söz eder. |
|
|
Term
|
Definition
fresh /freş/ sıfat taze Is this fruit fresh? Bu meyve taze mi? |
|
|
Term
|
Definition
fridge /fric/ isim buzdolabı Put the yoghurt in the fridge. Yoğurdu buzdolabına koy. |
|
|
Term
|
Definition
friend /frend/ isim arkadaş I've got many friends at school. Okulda birçok arkadaşım var. |
|
|
Term
|
Definition
friendly /'frendli/ sıfat dost, dostça, arkadaşça, canayakınWilly is a very friendly waiter. Willy çok canayakın bir garson. |
|
|
Term
|
Definition
friendship /'frendşip/ isim dostluk, arkadaşlıkOur friendship began two years ago. Arkadaşlığımız iki yıl önce başladı. |
|
|
Term
|
Definition
frighten /'fraytın/ fiil korkutmak Don't frighten your little sister again. Küçük kız kardeşini bir daha korkutma. |
|
|
Term
|
Definition
frog /frog/ isim kurbağaThe frog jumped into the water. Kurbağa suya sıçradı. |
|
|
Term
|
Definition
from /frım, from/ edat -den, -dan This letter is from my uncle. Bu mektup amcamdan. |
|
|
Term
|
Definition
front /frant/ 1- sıfat ön There was a picture on the front cover of the book. Kitabın ön kapağında bir resim vardı. 2- isim in front of - nın önünde He is waiting in front of the post office. Postanenin önünde bekliyor. |
|
|
Term
|
Definition
frost /frost/ isim don, ayaz After the cold night there was frost on the ground. Soğuk geceden sonra yerde don vardı. |
|
|
Term
|
Definition
froze /frouz/ fiil bkz. freezeIt was so cold that the river froze. Hava o kadar soğuktu ki nehir dondu. |
|
|
Term
|
Definition
frozen /'frouzın/ fiil bkz. freezeHe has frozen the meat. Eti dondurdu. |
|
|
Term
|
Definition
fruit /fru:t/ isim meyve Turkey grows many kinds of fruit. Türkiye birçok çeşit meyve yetiştirir. |
|
|
Term
|
Definition
fry /fray/ fiil yağda kızartmak Will you fry an egg for me? Benim için bir yumurta kızartır mısın? |
|
|
Term
|
Definition
frying pan /'fraying-pen/ isim kızartma tavası She put 2 eggs in the frying pan. Tavaya 2 yumurta koydu. |
|
|
Term
|
Definition
fuel /'fyu:ıl/ isim yakacak, yakıt What kind of fuel do you use to heat this building? Bu binayı ısıtmak için ne tür yakıt kullanıyorsunuz? |
|
|
Term
|
Definition
fulfil /ful'fil/ fiil yerine getirmek, yapmak, gerçekleştirmekYou have to fulfil your duties. Görevlerini yerine getirmelisin. |
|
|
Term
|
Definition
full /ful/ sıfat dolu His glass was full. Bardağı doluydu. |
|
|
Term
|
Definition
fun /fan/ isim eğlence, zevkLet’s have some fun! Biraz eğlenelim! |
|
|
Term
|
Definition
function /'fankşın/ 1- isim işlev What’s the function of this tool? Bu aletin işlevi nedir? 2- fiil çalışmak How does the new machine function? Yeni makine nasıl çalışıyor? |
|
|
Term
|
Definition
fund /fand/ isim fon We are setting up a fund for poor students. Yoksul öğrenciler için bir fon kuruyoruz. |
|
|
Term
|
Definition
funny /'fani/ sıfat komik, gülünç He is a very funny person. O çok komik bir insandır. |
|
|
Term
|
Definition
fur /fö:/ isim kürk, post We shouldn’t kill animals for their fur. Kürkleri için hayvanları öldürmemeliyiz. |
|
|
Term
|
Definition
furniture /'fö:niçı/ isim mobilya They have bought new furniture. Yeni mobilya almışlar. |
|
|
Term
|
Definition
further /'fö:dı/ zarf daha fazla Can you explain the question further? Soruyu biraz daha açıklayabilir misiniz? |
|
|
Term
|
Definition
fuss /fas/ isim gürültü patırtı, yaygara, velveleWhat’s all this fuss? Nedir bu gürültü patırtı? |
|
|
Term
|
Definition
future /'fyu:çı/ isim gelecek What do you want to be in the future? Gelecekte ne olmak istiyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
gain /geyn/ fiil kazanmak He gained little through his work. İşinden çok az kazandı. |
|
|
Term
|
Definition
gallery /'gelıri/ isim galeri Is there an art gallery near here? Buraya yakın bir sanat galerisi var mı? |
|
|
Term
|
Definition
game /geym/ isim oyunWhat kind of games do you like? Ne çeşit oyunları seversin? |
|
|
Term
|
Definition
garage /'gera:j/ isim garaj; tamirhane He drove the car into the garage. Arabayı garajın içine sürdü. |
|
|
Term
|
Definition
garden /'ga:dın/ isim bahçe There are many fruit trees in the garden. Bahçede birçok meyve ağacı var. |
|
|
Term
|
Definition
gardener /'ga:dnı/ isim bahçıvanThe gardener is watering the flowers. Bahçıvan çiçekleri suluyor. |
|
|
Term
|
Definition
garlic /'ga:lik/ isim sarımsakGarlic has a very strong smell. Sarımsağın çok kuvvetli bir kokusu vardır. |
|
|
Term
|
Definition
gas /ges/ isim gaz We use gas for heating. Biz ısıtma için gaz kullanırız. |
|
|
Term
|
Definition
gasoline /'gesıli:n/ isim benzinGasoline prices have gone up again. Benzin fiyatları yine arttı. |
|
|
Term
|
Definition
gate /geyt/ isim büyük kapı Our garden has iron gates. Bahçemizin demir kapıları vardır. |
|
|
Term
|
Definition
gave /geyv/ fiil bkz. giveShe gave him a book for his birthday. Doğum günü için ona bir kitap verdi. |
|
|
Term
|
Definition
gear /giı/ isim vites This car has 5 forward gears. Bu arabanın 5 ileri vitesi vardır. |
|
|
Term
|
Definition
geese /gi:s/ isim kazlar (tekili goose) The geese followed the man. Kazlar adamı takip etti. |
|
|
Term
|
Definition
general /'cenrıl/ 1- sıfat genelWhat's the general idea of the book? Kitabın genel fikri ne? 2- isim general He is a retired general. O emekli bir generaldir. |
|
|
Term
|
Definition
generally /'cenrıli/ zarf genellikle Generally, female workers are paid less here. Burada genellikle kadın işçilere daha az ücret ödeniyor. |
|
|
Term
|
Definition
generous /'cenırıs/ sıfat cömert, eliaçık John is so generous that he shares everything with his friends. John o kadar cömerttir ki her şeyi arkadaşlarıyla paylaşır. |
|
|
Term
|
Definition
gentle /'centıl/ sıfat nazik, kibar Mary is a gentle person. Mary nazik bir insandır. |
|
|
Term
|
Definition
gentleman /'centılmın/ isim centilmen; bey He always behaves like a gentleman. O hep bir centilmen gibi davranır. |
|
|
Term
|
Definition
genuine /'cenyuin/ sıfat hakiki, gerçekThis is a genuine painting by Van Gogh. Bu gerçek bir Van Gogh tablosu. |
|
|
Term
|
Definition
geography /ci'ogrıfi/ isim coğrafya His favourite subject is geography. Onun en sevdiği konu coğrafyadır. |
|
|
Term
|
Definition
gesture /'cesçı/ isim jest, el kol hareketiHe has interesting gestures. İlginç el kol hareketleri var. |
|
|
Term
|
Definition
get /get/ fiil got /got/ 1- almak, edinmek I always get good marks in exams. Sınavlarda hep iyi notlar alırım. 2- olmak He often gets sick in winter. O kışın sık sık hasta olur. |
|
|
Term
|
Definition
giant /'cayınt/ sıfat devLook at that giant watermelon! Şu dev karpuza bak! |
|
|
Term
|
Definition
gift /gift/ isim armağan, hediyeShe gave me a beautiful gift. Bana çok güzel bir hediye verdi. |
|
|
Term
|
Definition
giraffe /ci'ra:f/ isim zürafa Giraffes have very long necks. Zürafaların çok uzun boyunları vardır. |
|
|
Term
|
Definition
girl /gö:l/ isim kız There are 12 girls in our class. Bizim sınıfta 12 kız var. |
|
|
Term
|
Definition
give /giv/ fiil gave /geyv/, given /'givın/ vermek My mother often gives me presents. Annem bana sık sık hediyeler verir. |
|
|
Term
|
Definition
glad /gled/ sıfat memnun, mutlu I'm very glad to meet you. Sizinle tanıştığıma çok memnunum. |
|
|
Term
|
Definition
glance /gla:ns/ fiil göz atmak, bakmakHe glanced at the newspaper. Gazeteye göz attı. |
|
|
Term
|
Definition
glass /gla:s/ isim 1- cam There is a glass factory here. Burada bir cam fabrikası vardır. 2- bardak This glass is filthy. Bu bardak çok pis. |
|
|
Term
|
Definition
glasses /'gla:siz/ isim gözlük I can't read anything without glasses. Gözlüksüz hiçbir şey okuyamam. |
|
|
Term
|
Definition
global /'gloubıl/ sıfat küreselWhat causes global warming? Küresel ısınmaya ne sebep olur? |
|
|
Term
|
Definition
glove /glav/ isim eldiven I have purple gloves. Benim mor eldivenlerim var. |
|
|
Term
|
Definition
glue /glu:/ isim zamk, tutkal I need some glue to mend this watch. Bu saati tamir etmek için biraz tutkala ihtiyacım var. |
|
|
Term
|
Definition
go /gou/ fiil went /went/, gone /gon/ gitmek I want to go to Taksim. Taksim'e gitmek istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
goal /goul/ isim gol The new footballer kicked two goals. Yeni futbolcu iki gol attı. |
|
|
Term
|
Definition
goalkeeper /'goulki:pı/ isim kaleci The goalkeeper stopped the ball. Kaleci topu durdurdu. |
|
|
Term
|
Definition
god /god/ isim Tanrı Do you believe in God? Tanrı’ya inanıyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
gold /gould/ isim, sıfat altın She had a gold bracelet. Onun altın bir bileziği vardı. |
|
|
Term
|
Definition
golden /'gouldın/ sıfat altınThis golden crown belonged to the queen. Bu altın taç kraliçeye aitti. |
|
|
Term
|
Definition
gone /gon/ fiil bkz. goMy father has gone to work. Babam işe gitti. |
|
|
Term
|
Definition
gong /gong/ isim gongHave you heard the gong? Gongu duydun mu? |
|
|
Term
|
Definition
good /gud/ sıfat iyi His English is very good. Onun İngilizcesi çok iyi |
|
|
Term
|
Definition
goodbye /gud'bay/ ünlem 1- allahaısmarladıkI must go. Goodbye! Gitmeliyim. Allahaısmarladık! 2- güle güleShe didn’t even say goodbye. Güle güle bile demedi. |
|
|
Term
|
Definition
goods /gudz/ isim eşya, mal Goods in this store are not cheap. Bu mağazadaki mallar ucuz değil. |
|
|
Term
|
Definition
goose /gu:s/ isim (çoğulu geese /gi:s/) kaz The goose chased the cat. Kaz kediyi kovaladı. |
|
|
Term
|
Definition
gorilla /gı'rilı/ isim goril Gorillas are very intelligent animals. Goriller çok akıllı hayvanlardır. |
|
|
Term
|
Definition
gossip /'gosip/ 1- fiil dedikodu yapmak You shouldn't gossip about people. İnsanlar hakkında dedikodu yapmamalısın. 2- isim dedikodu It isn't true. It's only gossip. Bu doğru değil. Sadece dedikodu. |
|
|
Term
|
Definition
got /got/ fiil bkz. getShe got a letter yesterday. Dün bir mektup aldı. |
|
|
Term
|
Definition
government /'gavımınt/ isim hükümet The government made a new law. Hükümet yeni bir yasa çıkardı. |
|
|
Term
|
Definition
governor /'gavını/ isim 1- valiWho is the new governor of Los Angeles? Los Angeles’in yeni valisi kim? 2- yönetici Are you happy with your governor? Yöneticinizden memnun musunuz? |
|
|
Term
|
Definition
grab /greb/ fiil kapmakShe grabbed the bag. Çantayı kaptı. |
|
|
Term
|
Definition
graduate 1- fiil /'grecueyt/ mezun olmak I will graduate from university in three years. Üç yıl sonra üniversiteden mezun olacağım. 2- isim /’grecuıt/ mezun My mother is a university graduate. Annem üniversite mezunudur. |
|
|
Term
|
Definition
gram, gramme /grem/ isim gram How many grammes does my bracelet weigh? Bileziğim kaç gram geliyor? |
|
|
Term
|
Definition
grammar /'gremı/ isim dilbilgisi German grammar is very difficult. Almanca dilbilgisi çok zordur. |
|
|
Term
|
Definition
grandchild /'grençayld/ isim torun He has 5 grandchildren. Onun 5 torunu var. |
|
|
Term
|
Definition
granddaughter /'grendo:tı/ isim kız torun Her granddaughter is only 2. Onun kız torunu daha 2 yaşında. |
|
|
Term
|
Definition
grandfather /'grenfa:dı/ isim büyükbaba, dede My grandfather was a farmer. Dedem bir çiftçiydi. |
|
|
Term
|
Definition
grandmother /'grenmadı/ isim büyükanne, nine Their grandmother lived to 97. Onların nineleri 97 yaşına kadar yaşadı. |
|
|
Term
|
Definition
grandparent /'grenpeırınt/ isim büyükbaba ya da büyükanne My grandparents are very old. Dedemle ninem çok yaşlılar. |
|
|
Term
|
Definition
grandson /'grensan/ isim erkek torun Their grandson cannot talk yet. Onların erkek torunu henüz konuşamıyor. |
|
|
Term
|
Definition
grape /greyp/ isim üzüm They make wine from grapes. Üzümden şarap yaparlar. |
|
|
Term
|
Definition
grapefruit /'greypfru:t/ isim greyfrut She made a drink from the grapefruit. Greyfruttan bir içecek yaptı. |
|
|
Term
|
Definition
grass /gra:s/ isim ot, çimen Let's sit on the grass. Çimene oturalım. |
|
|
Term
|
Definition
grasshopper /'gra:shopı/ isim çekirge The grasshopper jumped about 1 metre high. Çekirge yaklaşık 1 metre sıçradı. |
|
|
Term
|
Definition
grateful /'greytfıl/ sıfat minnettar, müteşekkirI am grateful to you for your help. Yardımın için sana minnettarım. |
|
|
Term
|
Definition
great /greyt/ sıfat büyük Atatürk was a great man. Atatürk büyük bir adamdı. |
|
|
Term
|
Definition
greedy /'gri:di/ sıfat açgözlü Don’t be so greedy. Leave some ice cream for the children. O kadar açgözlü olma. Çocuklara da biraz dondurma bırak.. |
|
|
Term
|
Definition
green /gri:n/ sıfat yeşil Leaves are green in spring. Yapraklar ilkbaharda yeşil olur. |
|
|
Term
|
Definition
greengrocer /'gri:ngrousı/ isim manav The greengrocer sold me tomatoes, cucumbers and onions. Manav bana domates, hıyar ve soğan sattı. |
|
|
Term
|
Definition
greeting /'gri:ting/ isim selamGreetings from İstanbul! İstanbul’dan selamlar! |
|
|
Term
|
Definition
grew /gru:/ fiil bkz. growThe children grew very quickly. Çocuklar çok çabuk büyüdü. |
|
|
Term
|
Definition
grey /grey/ sıfat gri He has a grey horse. Onun gri bir atı var. |
|
|
Term
|
Definition
grill /gril/ fiil ızgara yapmak He grilled all the fish. Bütün balıkları ızgara yaptı. |
|
|
Term
|
Definition
grocer /'grousı/ isim bakkal I bought macaroni, flour and eggs from the grocer. Bakkaldan makarna, un ve yumurta aldım. |
|
|
Term
|
Definition
ground /graund/ isim yer, toprak Don't spit on the ground. Yere tükürmeyiniz. |
|
|
Term
|
Definition
group /gru:p/ isim grup, topluluk There was a large group of people near the door. Kapının yanında büyük bir insan grubu vardı. |
|
|
Term
|
Definition
grow /grou/ fiil grew /gru:/, grown /groun/ 1- büyümek, gelişmek My son is growing very quickly. Oğlum çok çabuk büyüyor. 2- yetiştirmek What do they grow in the village? Köyde ne yetiştirirler? |
|
|
Term
|
Definition
guarantee /gerın'ti:/ isim güvence, garanti Our products have a three-year guarantee. Ürünlerimiz üç yıl garantilidir. |
|
|
Term
|
Definition
guard /ga:d/ isim 1- nöbetçi, bekçi The guard opened the door. Nöbetçi kapıyı açtı. 2- nöbet Who is on guard tonight? Bu gece kim nöbette? |
|
|
Term
|
Definition
guess /ges/ 1- fiil tahmin etmek Can you guess my age? Yaşımı tahmin edebilir misin? 2- isim tahmin Take a guess! Bir tahminde bulun! |
|
|
Term
|
Definition
guest /gest/ isim misafir, konuk Their guest was from Germany. Onların misafiri Almanya'dandı. |
|
|
Term
|
Definition
guide /gayd/ isim rehber, kılavuz The guide showed them all the interesting places. Rehber onlara bütün ilginç yerleri gösterdi. |
|
|
Term
|
Definition
guilty /'gilti/ sıfat suçlu The police knew the man was guilty. Polis adamın suçlu olduğunu biliyordu. |
|
|
Term
|
Definition
guitar /gi'ta:/ isim gitar My friend plays the guitar very well. Arkadaşım çok iyi gitar çalar. |
|
|
Term
|
Definition
gun /gan/ isim silah, tüfek, tabanca People are not allowed to own a gun in this country. Bu ülkede insanların silah edinmesine izin verilmez. |
|
|
Term
|
Definition
habit /'hebit/ isim alışkanlık Smoking cigarettes is a bad habit. Sigara içmek kötü bir alışkanlıktır. |
|
|
Term
|
Definition
had /hed/ fiil bkz. have She had dinner at a restaurant last night. Dün gece bir lokantada yemek yedi. |
|
|
Term
|
Definition
hair /heı/ isim 1- saç He has long hair. Onun saçı uzun. 2- kıl There is a hair in my soup. Çorbamda kıl var. |
|
|
Term
|
Definition
hairdresser /'heıdresı/ isim kuaför, berber I went to the hairdresser to have my hair cut. Saçımı kestirmeye berbere gittim. |
|
|
Term
|
Definition
half /ha:f/ isim (çoğulu halves /ha:vz/) yarım Can I have half a kilo of meat please? Yarım kilo et alabilir miyim lütfen? |
|
|
Term
|
Definition
hall /ho:l/ isim salon; koridor, hol, giriş The front door opened into a large hall. Ön kapı geniş bir koridora açılıyordu. |
|
|
Term
|
Definition
hallo /hı'lou/ ünlem merhaba She said "hallo" to everyone in the room. Odadaki herkese "merhaba" dedi. |
|
|
Term
|
Definition
hamburger /'hembö:gı/ isim hamburgerI don’t eat hamburgers. Ben hamburger yemem. |
|
|
Term
|
Definition
hammer /'hemı/ isim çekiç The carpenter has lost his hammer. Marangoz çekicini kaybetmiş. |
|
|
Term
|
Definition
hand /hend/ isim el He writes with his left hand. Sol eliyle yazıyor. |
|
|
Term
|
Definition
handicap /’hendikep/ isim eksiklik Sometimes not speaking English is a real handicap. Bazen İngilizce bilmemek büyük bir eksiklik oluyor. |
|
|
Term
|
Definition
handkerchief /'henkıçi:f/ isim mendil She dropped her handkerchief. Mendilini düşürdü. |
|
|
Term
|
Definition
handsome /'hensım/ sıfat yakışıklı My father is very handsome. Babam çok yakışıklıdır. |
|
|
Term
|
Definition
handy /'hendi/ sıfat kullanışlı, pratikThis is a very handy tool. Bu çok kullanışlı bir alet. |
|
|
Term
|
Definition
hang /heng/ fiil hung /hang/ asmak Hang your coat up! Ceketini as! |
|
|
Term
|
Definition
happen /'hepın/ fiil olmak What happened to your hair? Saçına ne oldu? |
|
|
Term
|
Definition
happiness /'hepinıs/ isim mutluluk We wished the bride and groom happiness. Gelin ve damada mutluluk diledik. |
|
|
Term
|
Definition
happy /'hepi/ sıfat mutlu He was very happy when he won the lottery. Piyangoyu kazandığında çok mutlu oldu. |
|
|
Term
|
Definition
harbour /'ha:bı/ isim liman There are many ships in the harbour. Limanda birçok gemi var. |
|
|
Term
|
Definition
hard /ha:d/ 1- sıfat sert The ground was very hard. Toprak çok sertti. 2- sıfat zorIt's hard to understand him. Onu anlamak zor. 3- zarf çok, sıkı şekilde He works hard. O çok çalışır. |
|
|
Term
|
Definition
harm /ha:m/ 1- isim zarar, ziyan Can this medicine do any harm to children? Bu ilaç çocuklara bir zarar verebilir mi? 2- fiil zarar vermek Alcohol can harm your health. Alkol sağlığına zarar verebilir. |
|
|
Term
|
Definition
has /hez/ fiil bkz. haveHe has two sisters. Onun iki kız kardeşi var. |
|
|
Term
|
Definition
hat /het/ isim şapkaHe is looking for his green hat. Yeşil şapkasını arıyor. |
|
|
Term
|
Definition
hate /heyt/ fiil nefret etmek, sevmemek I hate this song. Bu şarkıdan nefret ediyorum. |
|
|
Term
|
Definition
have /hev/ fiil (geniş zamanda I, you, we, they özneleriyle have; he, she, it özneleriyle has biçiminde çekimlenir. Geçmiş zamanda bütün öznelerle had biçiminde kullanılır.) 1- sahip olmak She has a house and a car. O bir eve ve bir arabaya sahip. 2- yemek, içmek Where did you have dinner? Akşam yemeğini nerede yedin? |
|
|
Term
|
Definition
have got /hev got/ fiil sahip olmak, -i var I've got a lovely cat. Çok tatlı bir kedim var. |
|
|
Term
|
Definition
hay /hey/ isim saman, kuru otCan you give the horses some hay? Atlara biraz saman verebilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
hazelnut /'heyzılnat/ isim fındıkShe loves hazelnuts. O fındığı çok sever. |
|
|
Term
|
Definition
he /hi, hi:/ zamir (erkekler için) o He is a teacher. O bir öğretmendir. |
|
|
Term
|
Definition
head /hed/ isim kafa, baş I banged my head on the wall. Kafamı duvara çarptım. |
|
|
Term
|
Definition
headache /'hedeyk/ isim baş ağrısı I've got a headache. Başım ağrıyor. |
|
|
Term
|
Definition
headline /'hedlayn/ isim başlık, manşetHave you seen the headlines in the newspapers? Gazetelerdeki başlıkları gördün mü? |
|
|
Term
|
Definition
headmaster /hed'ma:stı/ isim okul müdürüOur headmaster is a very kind man. Okul müdürümüz çok kibar bir adam. |
|
|
Term
|
Definition
headmistress /hed'mistrıs/ isim okul müdiresiThe headmistress is coming to our classroom! Okul müdiresi sınıfımıza geliyor! |
|
|
Term
|
Definition
health /helt/ isim sağlık Health is more important than money. Sağlık paradan daha önemlidir. |
|
|
Term
|
Definition
healthy /'helti/ sıfat sağlıklı You need to eat well and exercise to be healthy. Sağlıklı olmak için iyi yemeli ve egzersiz yapmalısın. |
|
|
Term
|
Definition
hear /hiı/ fiil heard /hö:d/ işitmek, duymak I can't hear you. Speak louder! Seni duyamıyorum. Daha yüksek sesle konuş. |
|
|
Term
|
Definition
heart /ha:t/ isim kalp His heart stopped and he died. Kalbi durdu ve öldü. |
|
|
Term
|
Definition
heat /hi:t/ 1- isim sıcaklık; ısı Can you feel the heat? Sıcaklığı hissedebiliyor musun? 2- fiil ısıtmak Heat some water for the tea. Çay için biraz su ısıt. |
|
|
Term
|
Definition
heating /'hi:ting/ isim ısıtma We have central heating system in our building. Binamızda merkezi ısıtma sistemi var. |
|
|
Term
|
Definition
heaven /'hevın/ isim cennet He believes he will go to heaven when he dies. Ölünce cennete gideceğine inanıyor. |
|
|
Term
|
Definition
heavy /'hevi/ sıfat ağır This suitcase is very heavy. Bu valiz çok ağır. |
|
|
Term
|
Definition
heel /hi:l/ isim topukThese shoes have high heels. Bu ayakkabıların yüksek topukları var.. |
|
|
Term
|
Definition
helicopter /'helikoptı/ isim helikopter Helicopters haven't got wings. Helikopterlerin kanatları yoktur. |
|
|
Term
|
Definition
hell /hel/ isim cehennem Do bad people really go to hell when they die? Kötü İnsanlar öldüklerinde gerçekten cehenneme mi giderler? |
|
|
Term
|
Definition
hello /hı'lou/ ünlem merhaba Hello! How are you? Merhaba! Nasılsın? |
|
|
Term
|
Definition
help /help/ 1- isim yardım I need your help. Yardımına ihtiyacım var. 2- fiil yardım etmek Can you help me? Bana yardım edebilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
helpful /'helpfıl/ sıfat yardımcı, yararlı She is very helpful to her friends. O arkadaşlarına çok yardımcıdır. |
|
|
Term
|
Definition
hen /hen/ isim tavuk They have a lot of hens on the farm. Çiftlikte bir sürü tavukları var. |
|
|
Term
|
Definition
her /hı, hö:/ zamir (bayanlar için) 1- onu, ona He spoke to the girl and asked her some questions. Kızla konuştu ve ona bazı sorular sordu. 2- onun Her room is bigger than mine. Onun odası benimkinden daha büyük. |
|
|
Term
|
Definition
here /hiı/ zarf buraya; burada What are you doing here? Burada ne yapıyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
hero /hiırou/ isim kahraman That soldier is a hero. O asker bir kahramandır. |
|
|
Term
|
Definition
hers /hö:z/ zamir onunki That pen is not mine. It's hers. O kalem benimki değil. O onunki. |
|
|
Term
|
Definition
herself /hı'self, hö':self/ zamir (bayanlar için) kendisi She sewed the dress herself. Elbiseyi kendisi dikti. |
|
|
Term
|
Definition
hi /hay/ ünlem Merhaba! Selam!Hi! How are you? Selam! Nasılsın? |
|
|
Term
|
Definition
hiccup /'hikap/ 1- isim hıçkırık He has the hiccups. Hıçkırık tuttu. 2- fiil hıçkırmak He hiccupped for two hours. İki saat hıçkırdı. |
|
|
Term
|
Definition
hide /hayd/ fiil hid /hid/, hidden /'hidın/ saklamak, gizlemek; saklanmak Where did you hide my book? Kitabımı nereye sakladın? |
|
|
Term
|
Definition
high /hay/ sıfat yüksek The mountains in Tibet are very high. Tibet'teki dağlar çok yüksektir. |
|
|
Term
|
Definition
highway /'haywey/ isim anayol, karayolu, otoyol Drive carefully on the highway. Karayolunda dikkatli araba kullan. |
|
|
Term
|
Definition
hill /hil/ isim tepe There's someone on the hill. Tepede birisi var. |
|
|
Term
|
Definition
him /him/ zamir (erkekler için) onu, ona I rang my brother and told him to see me. Kardeşime telefon ettim ve ona beni görmesini söyledim. |
|
|
Term
|
Definition
himself /him'self/ zamir (erkekler için) kendisi He built the boat himself. Kayığı kendisi inşa etti. |
|
|
Term
|
Definition
hire /hayı/ fiil kiralamak, tutmak I want to hire a car. Bir araba kiralamak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
his /hiz/ zamir (erkekler için) 1- onun What's his name? Onun adı ne? 2- onunki The man said the umbrella was his. Adam şemsiyenin onunki olduğunu söyledi. |
|
|
Term
|
Definition
history /'histıri/ isim tarih History is my favourite subject. Tarih en çok sevdiğim konudur. |
|
|
Term
|
Definition
hit /hit/ fiil hit /hit/ vurmak, çarpmak Mehmet hit his brother. Mehmet kardeşine vurdu. |
|
|
Term
|
Definition
hobby /'hobi/ isim hobi Have you got any hobbies? Hobin var mı? |
|
|
Term
|
Definition
hold /hould/ fiil held /held/ tutmak I want to hold your hand. Elini tutmak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
hole /houl/ isim delik, çukur There was a large hole in the jacket. Cekette büyük bir delik vardı. |
|
|
Term
|
Definition
holiday /'holıdi, 'holidey/ isim tatil, dinlence They had a good holiday in Marmaris. Marmaris'te iyi bir tatil yaptılar. |
|
|
Term
|
Definition
holy /'houli/ sıfat kutsal The Bible is the Christians' holy book. İncil Hıristiyanların kutsal kitabıdır. |
|
|
Term
|
Definition
home /houm/ isim ev I usually stay home at night. Geceleyin genellikle evde kalırım. |
|
|
Term
|
Definition
homeless /'houmlis/ sıfat evsiz, yuvasız, yurtsuzThere are a lot of homeless people in America. Amerika’da çok evsiz insan var. |
|
|
Term
|
Definition
homework /'houmwö:k/ isim ev ödeviOur teacher didn’t give us any homework yesterday. Öğretmenimiz dün bize hiç ev ödevi vermedi. |
|
|
Term
|
Definition
honest /'onist/ sıfat dürüst Please give me an honest answer. Lütfen bana dürüst bir cevap ver. |
|
|
Term
|
Definition
honey /'hani/ isim 1- bal Honey is good for your health. Bal sağlığınız için iyidir. 2- sevgilim, tatlım Hi honey! Selam tatlım! |
|
|
Term
|
Definition
honour /'onı/ isim onur, şerefYou must protect your honour. Onurunu korumalısın. |
|
|
Term
|
Definition
hook /huk/ isim asacak, askı; çengel George hung his coat on the hook. George paltosunu askıya astı. |
|
|
Term
|
Definition
hope /houp/ 1- isim umut There's not much hope. Fazla umut yok. 2- fiil umut etmek, ummak I hope I pass the exam. Umarım sınavı geçerim. |
|
|
Term
|
Definition
hopeful /'houpfıl/ sıfat umut verici, umutluAre you hopeful about the future? Gelecekten umutlu musun? |
|
|
Term
|
Definition
horror /'horı/ isim dehşet, korku There's a horror film on TV tonight. Bu gece televizyonda bir korku filmi var. |
|
|
Term
|
Definition
horse /ho:s/ isim at Horses run fast. Atlar hızlı koşar. |
|
|
Term
|
Definition
horseshoe /'ho:sşu:/ isim at nalı Some people believe that horseshoes bring good luck. Bazı insanlar at nalının uğur getirdiğine inanırlar. |
|
|
Term
|
Definition
hose /houz/ isim su hortumuThe hose is in the garden. Su hortumu bahçede. |
|
|
Term
|
Definition
hospital /'hospitıl/ isim hastane He has been in hospital for two months. O iki aydır hastanede. |
|
|
Term
|
Definition
host /houst/ isim ev sahibiThe host made some tea for the guests. Ev sahibi konuklara çay yaptı. |
|
|
Term
|
Definition
hot /hot/ sıfat sıcak This tea isn't hot enough. Bu çay yeterince sıcak değil. |
|
|
Term
|
Definition
hot dog /'hot dog/ isim sosisli sandviçCan I have a hot dog please? Bir sosisli sandviç alabilir miyim lütfen? |
|
|
Term
|
Definition
hotel /hou'tel/ isim otel The hotel was full of tourists. Otel turistlerle doluydu. |
|
|
Term
|
Definition
hour /auı/ isim saat There are 24 hours in a day. Bir günde 24 saat vardır. |
|
|
Term
|
Definition
house /haus/ isim ev He wants to sell his house. Evini satmak istiyor. |
|
|
Term
|
Definition
how /hau/ zarf 1- nasıl How are you? Nasılsınız? 2- How do you do? Tanıştığımıza memnun oldum. "How do you do?" "How do you do?" "Tanıştığımıza memnun oldum." "Ben de." |
|
|
Term
|
Definition
how many /hau meni/ zarf kaç tane How many oranges do you want? Kaç tane portakal istiyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
how much /hau maç/ zarf 1- ne kadar How much sugar did you buy? Ne kadar şeker aldın? 2- kaç para How much did you pay for that hat? O şapka için kaç para ödedin? |
|
|
Term
|
Definition
however /hau'evı/ zarf bununla birlikte, yine de, ancak I don't normally lend my car, however this time I will make an exception. Normal olarak arabamı ödünç vermem, ancak bu sefer bir istisna yapacağım. |
|
|
Term
|
Definition
human /'hyu:mın/ isim insan Humans are cleverer than animals. İnsanlar hayvanlardan daha akıllıdır. |
|
|
Term
|
Definition
hung /hang/ fiil bkz. hangShe hung the clothes on the washing line. Elbiseleri çamaşır ipine astı. |
|
|
Term
|
Definition
hungry /'hangri/ sıfat aç Are you hungry? Aç mısın? |
|
|
Term
|
Definition
hunt /hant/ fiil avlamak People shouldn’t hunt animals for fun. İnsanlar eğlence için hayvan avlamamalılar. |
|
|
Term
|
Definition
hunter /'hantı/ isim avcı The hunter killed the poor deer. Avcı zavallı geyiği öldürdü. |
|
|
Term
|
Definition
hurry /'hari/ 1- isim acele I'm not in a hurry. Acelem yok. 2- fiil acele etmek Don't hurry. You have plenty of time. Acele etme. Bol vaktin var. 3- hurry up çabuk olmak Hurry up! We'll be late. Çabuk ol! Geç kalacağız. 4- be in a hurry acelesi olmak He was in a hurry to catch the plane. Uçağı yakalamak için acelesi vardı. |
|
|
Term
|
Definition
hurt /hö:t/ fiil hurt /hö:t/ yaralamak, acıtmak, incitmek I hurt my back digging the garden. Bahçeyi kazarken sırtımı incittim. |
|
|
Term
|
Definition
husband /'hazbınd/ isim koca, eş My husband speaks three languages. Kocam üç dil konuşur. |
|
|
Term
|
Definition
hut /hat/ isim kulübeThe soldiers slept in the hut. Askerler kulübede uyudular. |
|
|
Term
|
Definition
hyphen /'hayfın/ isim tire, çizgi (-) The word "make-up" has a hyphen. "Make-up" sözcüğünde tire vardır. |
|
|
Term
|
Definition
I /ay/ zamir ben I didn’t do it. Ben yapmadım. |
|
|
Term
|
Definition
ice /ays/ isim buz At 0° C water turns into ice. 0 derecede su buza döner. |
|
|
Term
|
Definition
ice cream /ays'kri:m/ isim dondurma Would you like some ice cream? Biraz dondurma ister misin? |
|
|
Term
|
Definition
idea /ay'diı/ isim fikir, düşünce That's a very good idea! Bu çok iyi bir fikir! |
|
|
Term
|
Definition
ideal /ay'diıl/ sıfat ideal, kusursuz This is an ideal place for a picnic. Burası piknik için ideal bir yer. |
|
|
Term
|
Definition
identify /ay'dentifay/ fiil kimliğini saptamak We couldn't identify all the bodies. Bütün cesetlerin kimliğini saptayamadık. |
|
|
Term
|
Definition
identity /ay'dentiti/ isim kimlik The identity of the killer is unknown. Katilin kimliği bilinmiyor. |
|
|
Term
|
Definition
ideology /aydi'olıci/ isim ideolojiWhat’s your political ideology? Siyasi ideolojin ne? |
|
|
Term
|
Definition
idiot /'idiıt/ isim aptal, salak Don't be an idiot! Aptal olma! |
|
|
Term
|
Definition
if /if/ bağlaç eğer If it rains I won't go to the football match. Eğer yağmur yağarsa futbol maçına gitmem. |
|
|
Term
|
Definition
ill /il/ sıfat hasta She is very ill so she can't go out. O çok hasta bu yüzden dışarı çıkamaz. |
|
|
Term
|
Definition
illness /'ilnis/ isim hastalık The doctor didn't know his illness. Doktor onun hastalığını bilmiyordu. |
|
|
Term
|
Definition
image /'imic/ isim 1- imaj The company is trying to improve its image. Şirket imajını geliştirmeye çalışıyor. 2- görüntü, resim Look at the image on the screen. Ekrandaki görüntüye bak. |
|
|
Term
|
Definition
imagination /imeci'neyşın/ isim hayal gücüUse your imagination! Hayal gücünü kullan! |
|
|
Term
|
Definition
imagine /i'mecın/ fiil tasavvur etmek, hayal etmek, imgelemek It is not as beautiful as I had imagined. Hayal ettiğim kadar güzel değil. |
|
|
Term
|
Definition
immediately /i'mi:diıtli/ zarf derhal, hemen He put on his coat and left immediately. Ceketini giydi ve hemen ayrıldı. |
|
|
Term
|
Definition
impatient /im'peyşınt/ sıfat sabırsız My mother is very impatient. Annem çok sabırsızdır. |
|
|
Term
|
Definition
importance /im'po:tıns/ isim önem Do you know the importance of this meeting? Bu toplantının önemini biliyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
important /im'po:tınt/ sıfat önemli Happiness is more important than money. Mutluluk paradan daha önemlidir. |
|
|
Term
|
Definition
impossible /im'posibıl/ sıfat olanaksız It's impossible to live long without water. Susuz uzun süre yaşamak olanaksızdır. |
|
|
Term
|
Definition
impressive /im'presiv/ sıfat etkileyiciThat was an impressive show. Etkileyici bir gösteriydi. |
|
|
Term
|
Definition
in /in/ edat içinde, içine He put the plate in the cupboard. Tabağı dolabın içine koydu. |
|
|
Term
|
Definition
incentive /in'sentiv/ isim dürtü, güdüHe hasn’t much incentive to work hard. Fazla çalışmak için güdüsü yok. |
|
|
Term
|
Definition
inclined /in'klaynd/ sıfat eğimli, yatkın, meyilliHe is inclined to be lazy. Tembelliğe eğimli. |
|
|
Term
|
Definition
include /in'klu:d/ fiil içermek, kapsamak This book includes pictures and stories. Bu kitap resimler ve öyküler içerir. |
|
|
Term
|
Definition
including /in'klu:ding/ edat kapsayan, içeren Everyone may go there, including me. Ben dahil oraya herkes gidebilir. |
|
|
Term
|
Definition
income /'inkam/ isim gelir He has a low income. Onun geliri düşük. |
|
|
Term
|
Definition
increase /in'kri:s/ 1- fiil artmak, arttırmak Sales are increasing. Satışlar artıyor. 2- isim artış There is an increase in our pay. Maaşımızda bir artış var. |
|
|
Term
|
Definition
incredible /in'kredıbıl/ sıfat inanılmaz, akıl almazShe told us an incredible story. Bize inanılmaz bir hikâye anlattı. |
|
|
Term
|
Definition
indeed /in'di:d/ zarf gerçekten, cidden He is a gentleman indeed. Gerçekten bir centilmendir. |
|
|
Term
|
Definition
independent /indi'pendınt/ sıfat bağımsız We want a federation that is independent of the government. Hükümetten bağımsız bir federasyon istiyoruz. |
|
|
Term
|
Definition
index /'indeks/ isim dizin, fihrist There is an index in the back of the book. Kitabın arkasında bir dizin var |
|
|
Term
|
Definition
indicate /'indikeyt/ fiil göstermek, belirtmek The boss has indicated that no bonus will be paid this month. Patron bu ay ikramiye verilmeyeceğini belirtti. |
|
|
Term
|
Definition
individual /indi'vicuıl/ sıfat bireysel, kişisel, özel Some of us only want individual rights. Bazılarımız sadece kişisel haklar istiyor. |
|
|
Term
|
Definition
industrial /in'dastriıl/ sıfat endüstriyel Gebze is an industrial town. Gebze endüstriyel bir şehirdir. |
|
|
Term
|
Definition
industry /'indıstri/ isim endüstri, sanayi There isn't much industry in the east of Turkey.Türkiye'nin doğusunda fazla sanayi yok. |
|
|
Term
|
Definition
inevitable /i'nevitıbıl/ sıfat kaçınılmazThe accident was inevitable. Kaza kaçınılmazdı. |
|
|
Term
|
Definition
infant /'infınt/ isim küçük çocuk, bebekShe has two infants. Onun iki küçük çocuğu var. |
|
|
Term
|
Definition
infection /in'fekşın/ isim hastalık, enfeksiyonThe little girl had an ear infection. Küçük kızın kulak hastalığı vardı. |
|
|
Term
|
Definition
inflation /in'fleyşın/ isim enflasyonTurkey has been fighting inflation for a long time. Türkiye uzun zamandır enflasyonla mücadele ediyor. |
|
|
Term
|
Definition
inform /in'fo:m/ fiil bildirmek Please inform him that I will come. Lütfen ona geleceğimi bildir. |
|
|
Term
|
Definition
information /infı'meyşın/ isim 1- bilgi She found the information in the encyclopedia. Bilgiyi ansiklopedide buldu. 2- danışma She went to the tourism information office. Turizm danışma bürosuna gitti. |
|
|
Term
|
Definition
injection /in'cekşın/ isim iğne The doctor gave him injections against rabies. Doktor ona kuduz iğnesi yaptı. |
|
|
Term
|
Definition
ink /ink/ isim mürekkep He put some ink in his pen. Kalemine biraz mürekkep koydu. |
|
|
Term
|
Definition
innocent /'inısınt/ sıfat masum, suçsuz I believe he is innocent. Onun masum olduğuna inanıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
inquiry /in'kwayıri/ isim soruşturma, araştırma Do you think there will be an inquiry? Sence bir soruşturma olacak mı? |
|
|
Term
|
Definition
insect /'insekt/ isim böcek Michael is afraid of insects. Michael böceklerden korkar. |
|
|
Term
|
Definition
inside /in'sayd/ zarf içinde, içerde, içerisi They stayed inside the house because it was raining. Evin içinde kaldılar çünkü yağmur yağıyordu. |
|
|
Term
|
Definition
insist /in'sist/ fiil ısrar etmek His father insisted his son to stay home. Babası oğluna evde kalması için ısrar etti. |
|
|
Term
|
Definition
inspection /in'spekşın/ isim denetim, yoklama, teftişThere will be an inspection in our school next week. Gelecek hafta okulumuzda denetim yapılacak. |
|
|
Term
|
Definition
install /in'sto:l/ fiil yerleştirmek, kurmak, takmak They are installing an air-conditioner. Bir klima takıyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
installation /instı'leyşın/ isim kurma, kurulum The installation hasn't been finished. Kurulum bitmedi. |
|
|
Term
|
Definition
instance /'instıns/ isim 1- olay, vaka, örnek In most instances the pain soon goes away. Birçok vakada ağrı çok geçmeden kaybolur. 2- for instance örneğin, sözgelimi Some countries, for instance Japan, have a lot of earthquakes. Bazı ülkelerde, örneğin Japonya’da çok deprem olur. |
|
|
Term
|
Definition
instead /in'sted/ zarf 1- bunun yerine He didn't go swimming yesterday. Instead, he stayed home. Dün yüzmeye gitmedi. Bunun yerine evde kaldı. 2- instead of -nin yerine He stayed home instead of going to school. Okula gitmek yerine evde kaldı. |
|
|
Term
|
Definition
institute /'instityu:t/ isim enstitü, kurum The park is just in front of the institute. Park tam enstitünün önündedir. |
|
|
Term
|
Definition
institution /insti'tyu:şın/ isim kuruluş, kurum The World Bank is a powerful institution. Dünya Bankası güçlü bir kurumdur. |
|
|
Term
|
Definition
instrument /'instrumınt/ isim alet; çalgı Guitar, piano and drums are musical instruments. Gitar, piyano ve davul müzik aletleridir. |
|
|
Term
|
Definition
insult /in'salt/ fiil hakaret etmek Don't insult others. Başkalarına hakaret etme. |
|
|
Term
|
Definition
insurance /in'şuırıns/ isim sigorta He worked for an insurance company. Bir sigorta şirketinde çalıştı. |
|
|
Term
|
Definition
intelligent /in'telicınt/ sıfat akıllı, bilgili She is very intelligent and speaks 4 languages. O çok akıllıdır ve 4 dil konuşur. |
|
|
Term
|
Definition
intend /in'tend/ fiil niyet etmek, niyetinde olmak I intend to go to London next week. Gelecek hafta Londra'ya gitmek niyetindeyim. |
|
|
Term
|
Definition
intention /in'tenşın/ isim niyet I had no bad intention. Kötü niyetim yoktu. |
|
|
Term
|
Definition
interest /'intrıst/ 1- fiil ilgilendirmek, ilgisini çekmek Wrestling doesn't interest me at all. Güreş hiç ilgimi çekmez. 2- isim faiz What is the interest rate in this bank? Bu bankadaki faiz oranı nedir? |
|
|
Term
|
Definition
interested /'intrıstid/ sıfat be interested (in), (ile) ilgilenmek Are you interested in the theatre? Tiyatroyla ilgilenir misin? |
|
|
Term
|
Definition
interesting /'intrısting/ sıfat ilginç He is a very interesting man. O çok ilginç bir adamdır. |
|
|
Term
|
Definition
international /intı'neşınıl/ sıfat uluslararası He works for an international company. Uluslararası bir şirkette çalışıyor. |
|
|
Term
|
Definition
internet /'intınet/ isim internet The Internet is changing our life. İnternet hayatımızı değiştiriyor. |
|
|
Term
|
Definition
interrupt /intı'rapt/ fiil sözünü kesmekPlease don’t interrupt when I am talking. Lütfen ben konuşurken sözümü kesme. |
|
|
Term
|
Definition
interval /'intıvıl/ isim ara, aralıkYou should visit your dentist at regular intervals. Düzenli aralıklarla diş doktoruna gitmelisin. |
|
|
Term
|
Definition
into /'intı, 'intu:/ edat içine He ran into the fire. Ateşin içine koştu. |
|
|
Term
|
Definition
introduce /intrı'dyu:s/ fiil tanıştırmak, tanıtmak She introduced me to her father. Beni babasıyla tanıştırdı. |
|
|
Term
|
Definition
introduction /intrı'dakşın/ isim takdim, tanıtma, tanıştırma It is time to make introductions all round. Herkesi birbirine tanıştırma vakti geldi. |
|
|
Term
|
Definition
invent /in'vent/ fiil icat etmek Who invented the television? Televizyonu kim icat etti? |
|
|
Term
|
Definition
invention /in'venşın/ isim icat, buluşTelephone is a wonderful invention. Telefon harika bir buluş. |
|
|
Term
|
Definition
inventor /in'ventı/ isim mucit, bulucuWho is the inventor of the Internet? İnternetin mucidi kim? |
|
|
Term
|
Definition
invest /invest/ fiil yatırım yapmak I don’t want to invest any money in this project. Bu projeye hiç para yatırmak istemiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
investment /in'vestmınt/ isim yatırım Their investment was wise. Onların yatırımı akıllıcaydı. |
|
|
Term
|
Definition
invitation /invi'teyşın/ isim davet She refused his invitation. Onun davetini reddetti. |
|
|
Term
|
Definition
invite /in'vayt/ fiil davet etmek, çağırmak I often invite my friends to dinner. Sık sık arkadaşlarımı akşam yemeğine davet ederim. |
|
|
Term
|
Definition
iron /'ayın/ 1- isim, sıfat demir There's an iron gate in the garden. Bahçede demir bir kapı var. 2- isim ütü I need an iron. Bir ütüye ihtiyacım var. 3- fiil ütülemek He always irons his own shirts. O hep kendi gömleklerini ütüler. |
|
|
Term
|
Definition
irregular /i'regyulı/ sıfat düzensiz‘Go’ is an irregular verb. ‘Go’ düzensiz bir fiildir. |
|
|
Term
|
Definition
island /'aylınd/ isim ada Australia is the largest island in the world. Avustralya dünyanın en büyük adasıdır. |
|
|
Term
|
Definition
it /it/ 1-zamir o It was an interesting film. O ilginç bir filmdi. 2- onu, onaGive it to me. Onu bana ver. |
|
|
Term
|
Definition
item /'aytım/ isim madde, fıkra Please check the fifth item. Lütfen beşinci maddeyi kontrol edin. |
|
|
Term
|
Definition
its /its/ zamir onun This city has lost its beauty. Bu şehir güzelliğini kaybetti. |
|
|
Term
|
Definition
itself /it'self/ zamir kendi, kendisi The dog bit itself. Köpek kendisini ısırdı. |
|
|
Term
|
Definition
jacket /'cekit/ isim ceket, mont John has a pink jacket. John’un pembe bir ceketi var. |
|
|
Term
|
Definition
jam /cem/ isim reçel His mother made cherry jam. Onun annesi kiraz reçeli yaptı. |
|
|
Term
|
Definition
jaw /co:/ isim çene She broke his jaw. Çenesini kırdı. |
|
|
Term
|
Definition
jazz /cez/ isim caz I love jazz music. Caz müziğini çok severim. |
|
|
Term
|
Definition
jealous /'celıs/ sıfat kıskanç Richard's girlfriend is very jealous. Richard'ın kız arkadaşı çok kıskanç. |
|
|
Term
|
Definition
jeans /ci:nz/ isim blucin He always wears jeans. O hep blucin giyer. |
|
|
Term
|
Definition
jelly /'celi/ isim jöle, pelte Would you like some more jelly? Biraz daha pelte ister misin? |
|
|
Term
|
Definition
jewellery /'cu:ılri/ isim mücevherat He doesn't like silver jewellery. O gümüş mücevheratı sevmez. |
|
|
Term
|
Definition
job /cob/ isim iş I’m looking for a job. İş arıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
join /coyn/ fiil katılmak Will you join us? Bize katılır mısın? |
|
|
Term
|
Definition
joke /couk/ 1- isim şaka, fıkra That joke isn't funny at all. O fıkra hiç komik değil. 2- fiil şaka yapmak You're joking! Şaka yapıyorsun! |
|
|
Term
|
Definition
journey /'cö:ni/ isim seyahat, yolculuk The journey from London to Istanbul takes 3 hours by plane. Uçakla Londra'dan İstanbul'a seyahat 3 saat sürer. |
|
|
Term
|
Definition
joy /coy/ isim sevinç, neşe He jumped with joy when he heard the news. Haberi duyunca sevinçle zıpladı. |
|
|
Term
|
Definition
judge /cac/ 1- isim hâkim, yargıç The judge sent the thief to prison. Yargıç hırsızı cezaevine gönderdi. 2- fiil yargılamak Stop judging everybody! Herkesi yargılamayı bırak! |
|
|
Term
|
Definition
jug /cag/ isim testi, sürahi Can you fill the jug? Sürahiyi doldurabilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
juice /cu:s/ isim (meyve) suyu, (sebze) suyu Would you like some orange juice? Biraz portakal suyu ister misin? |
|
|
Term
|
Definition
jump /camp/ fiil atlamak, sıçramak The horse jumped over the fence. At çitin üzerinden atladı. |
|
|
Term
|
Definition
junction /'cankşın/ isim kavşak They stopped at the junction. Kavşakta durdular. |
|
|
Term
|
Definition
jungle /'cangıl/ isim balta girmemiş orman, cengel There are a lot of jungles in Africa. Afrika’da çok balta girmemiş orman vardır. |
|
|
Term
|
Definition
junk /cank/ isim eski püskü eşya, döküntü His room is full of junk. Odası eski püskü eşyalarla dolu. 2- junk mail istenmeyen e-posta How can I stop getting junk mail? İstenmeyen e-postaları nasıl engelleyebilirim? |
|
|
Term
|
Definition
just /cast/ zarf 1- az önce, demin He has just come. Az önce geldi. 2- sadece I just want to talk. Sadece konuşmak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
justice /'castis/ isim adalet We call for justice. Adalet istiyoruz. |
|
|
Term
|
Definition
kangaroo /kengı'ru:/ isim kanguru Kangaroos live in Australia. Kangurular Avustralya'da yaşarlar. |
|
|
Term
|
Definition
karaoke /keri'ouki/ isim karaoke Karaoke was invented by the Japanese. Karaoke Japonlar tarafından icat edilmiştir.. |
|
|
Term
|
Definition
keep /ki:p/ fiil kept /kept/ 1- tutmak, alıkoymak Please keep your dog from coming into my garden.Lütfen köpeğinizi bahçeme girmekten alıkoyun. 2- saklamak Keep this book in your bookcase. Bu kitabı kitaplığında sakla. |
|
|
Term
|
Definition
kettle /'ketıl/ isim çaydanlık She put the kettle on the stove. Çaydanlığı sobanın üstüne koydu. |
|
|
Term
|
Definition
key /ki:/ isim anahtar I'm afraid I've lost your keys. Maalesef anahtarlarını kaybettim. |
|
|
Term
|
Definition
kick /kik/ 1- isim tekme He gave the door a kick. Kapıya bir tekme attı. 2- fiil tekme atmak, tekmelemek The football player kicked the ball. Futbolcu topa tekme attı. |
|
|
Term
|
Definition
kid /kid/ 1- isim çocuk They have four kids. Dört çocukları var. 2- fiil şaka yapmak Are you kidding? Şaka mı yapıyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
kidney /'kidni/ isim böbrek The doctor removed one of his kidneys. Doktor böbreklerinden birini aldı. |
|
|
Term
|
Definition
kill /kil/ fiil öldürmek Who killed the President? Başkanı kim öldürdü? |
|
|
Term
|
Definition
kilo /'ki:lou/ isim kilo How much is a kilo of tomatoes? Domatesin kilosu kaça? |
|
|
Term
|
Definition
kilogram(me) /'kilougrem/ isim kilogram There are 1000 grammes in a kilogram. Bir kilogramda bin gram vardır. |
|
|
Term
|
Definition
kilometre /'kilımi:tı/ isim kilometre The village is 15 kilometres from here. Köy buradan 15 kilometredir. |
|
|
Term
|
Definition
kind /kaynd/ 1- sıfat nazik, kibar She is a very kind woman. O çok nazik bir kadındır. 2- isim çeşit, tür What kind of music do you like? Ne çeşit müzikten hoşlanırsın? |
|
|
Term
|
Definition
kindergarten /'kindıga:tın/ isim anaokulu Ayşegül goes to kindergarten. Ayşegül anaokuluna gidiyor. |
|
|
Term
|
Definition
king /king/ isim kral King Henry VIII had 6 wives. Kral 8. Henry'nin 6 eşi vardı. |
|
|
Term
|
Definition
kiss /kis/ 1- fiil öpmek He kissed his daughter. Kızını öptü. 2- isim öpücük Give me a kiss. Bana bir öpücük ver. |
|
|
Term
|
Definition
kitchen /'kiçın/ isim mutfak The refrigerator is in the kitchen.. Buzdolabı mutfaktadır. |
|
|
Term
|
Definition
kite /kayt/ isim uçurtma The kite was flying very high. Uçurtma çok yüksek uçuyordu. |
|
|
Term
|
Definition
knee /ni:/ isim diz He injured his knee playing football. Futbol oynarken dizini incitti. |
|
|
Term
|
Definition
knew /nyu:/ fiil bkz. knowHe knew her address. Onun adresini biliyordu. |
|
|
Term
|
Definition
knife /nayf/ isim (çoğulu knives /nayvz/) bıçak He cut the cake with a knife. Pastayı bir bıçakla kesti. |
|
|
Term
|
Definition
knight /nayt/ isim şövalye King Arthur had many knights. Kral Arthur'un birçok şövalyesi vardı. |
|
|
Term
|
Definition
knit /nit/ fiil örmek My mother knits me a new jumper every year. Annem bana her yıl yeni bir kazak örer. |
|
|
Term
|
Definition
knot /not/ isim düğüm Tie a knot in the rope. İpe bir düğüm at. |
|
|
Term
|
Definition
know /nou/ fiil knew /nyu:/, known /noun/ 1- bilmek Do you know her address? Onun adresini biliyor musun? 2- tanımak I don't know that girl. O kızı tanımıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
knowledge /'nolic/ isim bilgi Books are a good source of knowledge. Kitaplar iyi bir bilgi kaynağıdır. |
|
|
Term
|
Definition
known /noun/ fiil bkz. knowHe has known her for 10 years. Onu 10 yıldır tanıyor. |
|
|
Term
|
Definition
label /'leybıl/ isim etiket The label fell off the jar. Etiket kavanozdan düştü. |
|
|
Term
|
Definition
laboratory /lı'borıtri/ isim laboratu-varThe scientist did experiments in the laboratory. Bilim adamı labora-tuvarda deneyler yaptı. |
|
|
Term
|
Definition
labour /'leybı/ isim iş, emek We should respect their labour. Onların emeğine saygı göstermeliyiz. |
|
|
Term
|
Definition
lack /lek/ fiil gereksinimi olmak,-den yoksun olmak They lacked food and water. Yiyecek ve suları yoktu. |
|
|
Term
|
Definition
ladder /'ledı/ isim el merdiveni He climbed up the ladder. Merdivenden yukarı tırmandı. |
|
|
Term
|
Definition
lady /'leydi/ isim hanım, hanımefendi She is a real lady. O gerçek bir hanımefendidir |
|
|
Term
|
Definition
lake /leyk/ isim göl They are swimming in the lake. Gölde yüzüyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
lamb /lem/ isim kuzu The lamb ran after the other sheep. Kuzu diğer koyunların arkasından koştu. |
|
|
Term
|
Definition
lame /leym/ sıfat topal, aksak Fred is lame in the left leg. Fred’in sol bacağı aksıyor. |
|
|
Term
|
Definition
lamp /lemp/ isim lamba This is a very old lamp. Bu çok eski bir lamba. |
|
|
Term
|
Definition
land /lend/ isim toprak, kara, arazi This is our land. Bu bizim arazimiz. |
|
|
Term
|
Definition
landscape /'lendskeyp/ isim kır manzarası, peyzaj What a beautiful landscape! Ne güzel bir kır manzarası! |
|
|
Term
|
Definition
language /'lengwic/ isim dil She can speak four languages. O dört dil biliyor. |
|
|
Term
|
Definition
large /la:c/ sıfat büyük, iri, geniş This shirt is too large. Bu gömlek çok büyük. |
|
|
Term
|
Definition
last /la:st/ 1- zarf sonuncu I couldn't answer the last question. Son soruyu yanıtlayamadım. 2- fiil devam etmek, sürmek The programme lasted for 2 hours. Program 2 saat sürdü. |
|
|
Term
|
Definition
late /leyt/ sıfat, zarf geç The bus arrived late. Otobüs geç geldi. |
|
|
Term
|
Definition
later /'leytı/ zarf daha sonra See you later! Sonra görüşürüz! |
|
|
Term
|
Definition
laugh /la:f/ fiil gülmek He is laughing at the clown. Palyaçoya gülüyor. |
|
|
Term
|
Definition
lavatory /'levıtri/ isim tuvalet, hela Where is the lavatory, please? Tuvalet nerede lütfen? |
|
|
Term
|
Definition
law /lo:/ isim kanun, yasa Stealing is against the law. Hırsızlık kanuna aykırıdır. |
|
|
Term
|
Definition
lawyer /'lo:yı/ isim avukat He became a lawyer at last. Sonunda bir avukat oldu. |
|
|
Term
|
Definition
lay /ley/ fiil laid /leyd/ koymak, yatırmak I always lay the baby down at 6 p.m. Bebeği hep saat 6'da yatırırım. |
|
|
Term
|
Definition
lazy /'leyzi/ sıfat tembel You're the laziest man I've ever known. Sen tanıdığım en tembel adamsın. |
|
|
Term
|
Definition
lead /li:d/ fiil lead /led/ geçirmek, sürmek They are leading a happy life. Mutlu bir hayat sürüyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
leader /'li:dı/ isim lider, önder David is the leader of the group. David grubun lideridir. |
|
|
Term
|
Definition
leaf /li:f/ isim (çoğulu leaves /li:vz/) yaprak Leaves turn yellow in autumn. Yapraklar sonbaharda sararır. |
|
|
Term
|
Definition
league /li:g/ isim lig Our new team has been accepted to join the football league. Yeni takımımız futbol ligine kabul edildi. |
|
|
Term
|
Definition
lean /li:n/ fiil dayanmak, yaslanmak The little boy leaned against the wall. Küçük oğlan duvara yaslandı. |
|
|
Term
|
Definition
learn /lö:n/ fiil learnt /lö:nt/ öğrenmek I want to learn English. İngilizce öğrenmek istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
least /li:st/ zarf en az He got the least help from others. Diğerlerinden en az yardımı o aldı. |
|
|
Term
|
Definition
leather /'ledı/ isim deri He doesn’t want to wear his leather jacket any more. Artık deri ceketini giymek istemiyor. |
|
|
Term
|
Definition
leave /li:v/ fiil left /left/ bırakmak, ayrılmak, terk etmek Leave me alone! Beni yalnız bırak! |
|
|
Term
|
Definition
left /left/ 1- sıfat, zarf sol You must turn left here. Buradan sola dönmelisin. 2- fiil bkz. leaveHe left the city. Şehirden ayrıldı. |
|
|
Term
|
Definition
left-handed /left 'hendid/ sıfat solak My sister is left-handed. Kız kardeşim solaktır. |
|
|
Term
|
Definition
leg /leg/ isim bacak How many legs does that insect have? Bu böceğin kaç tane bacağı var? |
|
|
Term
|
Definition
legal /'li:gıl/ sıfat yasal It is not legal to park your car here. Arabanızı buraya park etmeniz yasal değil. |
|
|
Term
|
Definition
leisure /'lejı/ isim boş vakit Unfortunately, I have no leisure for sport. Ne yazık ki spor yapacak hiç boş vaktim yok. |
|
|
Term
|
Definition
lemon /'lemın/ isim limon Lemon has a sour taste. Limonun ekşi bir tadı vardır. |
|
|
Term
|
Definition
lemonade /lemı'neyd/ isim limonata Would you like some more lemonade? Biraz daha limonata ister misiniz? |
|
|
Term
|
Definition
lend /lend/ fiil lent /lent/ ödünç vermek, borç vermek Can you lend me some money? Bana biraz borç para verebilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
lent /lent/ fiil bkz. lendMy brother lent me his jacket. Kardeşim ceketini bana ödünç verdi. |
|
|
Term
|
Definition
leopard /'lepıd/ isim pars Leopards are very strong animals. Parslar çok güçlü hayvanlardır. |
|
|
Term
|
Definition
less /les/ zarf daha az He earns less than I do. O benden daha az kazanır. |
|
|
Term
|
Definition
lesson /'lesın/ isim ders What time did your history lesson start? Tarih dersin kaçta başladı? |
|
|
Term
|
Definition
let /let/ fiil let /let/ 1- izin vermek, bırakmak He won't let me go. Gitmeme izin vermiyor. 2- let's hadi Let's go swimming. Hadi yüzmeye gidelim. |
|
|
Term
|
Definition
letter /'letı/ isim 1- harf "J" is the tenth letter of the English alphabet. "J" İngiliz alfabesinin onuncu harfidir. 2- mektup Michael posted the letters today. Michael mektupları bugün postaladı. |
|
|
Term
|
Definition
level /'levıl/ isim düzey, seviye You should check the water level in the radiator regularly. Radyatördeki su seviyesini düzenli olarak kontrol etmelisin. |
|
|
Term
|
Definition
library /'laybrıri/ isim kütüphane I borrowed some books from the library. Kütüphaneden birkaç kitap ödünç aldım. |
|
|
Term
|
Definition
licence /'laysıns/ isim ruhsat, izin, ehliyet You mustn’t drive without a licence. Ehliyetsiz araba kullanmamalısın. |
|
|
Term
|
Definition
lick /lik/ fiil yalamak The dog licked my hands. Köpek ellerimi yaladı. |
|
|
Term
|
Definition
lid /lid/ isim kapak I can’t find the lid of the teapot. Çaydanlığın kapağını bulamıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
lie /lay/ 1- fiil yalan söylemek He always lies to me. O bana hep yalan söyler. 2- isim yalan Stop telling lies! Yalan söylemeyi bırak! |
|
|
Term
|
Definition
lie /lay/ fiil lay /ley/, lain /leyn/ yatmak, uzanmak The doctor asked her to lie down. Doktor uzanmasını istedi. |
|
|
Term
|
Definition
life /layf/ isim (çoğulu lives /layvz/) hayat, yaşam Is there life on Mars? Mars'ta yaşam var mı? |
|
|
Term
|
Definition
lift /lift/ 1- fiil kaldırmak You shouldn’t lift heavy things. Ağır şeyler kaldırmamalısın. 2- isim asansör This lift is for doctors and nurses. Bu asansör doktor ve hemşireler içindir. |
|
|
Term
|
Definition
light /layt/ 1- isim ışık Turn on the lights, please. Işıkları yak lütfen. 2- sıfat hafif This bag is very light. Bu çanta çok hafif. 3- sıfat (renk) açık She has a light green dress on. Üzerinde açık yeşil bir elbise var. |
|
|
Term
|
Definition
light 2/layt/ fiil lit /lit/ yakmak Shall I light a fire? Bir ateş yakayım mı? |
|
|
Term
|
Definition
lightning /'laytning/ isim şimşek He took the photo of the lightning? Şimşeğin resmini çekti. |
|
|
Term
|
Definition
like /layk/ 1- fiil hoşlanmak, sevmek Do you like him? Ondan hoşlanıyor musun? 2- edat gibi He was eating like a horse. At gibi yiyordu. |
|
|
Term
|
Definition
likely /'laykli/ sıfat muhtemel, olası It is likely to rain. Muhtemelen yağmur yağacak. |
|
|
Term
|
Definition
lily /'lili/ isim zambak There are some lilies in my garden. Bahçemde birkaç zambak var. |
|
|
Term
|
Definition
limit /'limit/ isim sınır The speed limit in the city is 40 kilometres per hour. Şehirde hız sınırı saatte 40 kilometredir. |
|
|
Term
|
Definition
line /layn/ isim çizgi He drew a straight line on the page. Sayfaya düz bir çizgi çizdi. |
|
|
Term
|
Definition
linguistic /lin'gwistik/ sıfat dilsel Parents must help their children’s linguistic development. Anne babalar çocuklarının dilsel gelişimine yardım etmeliler. |
|
|
Term
|
Definition
link /link/ 1- isim bağlantı, bağ There is a link between smoking and disease. Sigara ile hastalık arasında bir bağlantı var. 2- fiil bağlamak, birleştirmek The road linked all the new towns. Yol bütün yeni şehirleri birleştirdi. |
|
|
Term
|
Definition
lion /'layın/ isim aslan The lion hunted a zebra. Aslan bir zebra avladı. |
|
|
Term
|
Definition
lip /lip/ isim dudak The hot tea burnt his lips. Sıcak çay dudaklarını yaktı. |
|
|
Term
|
Definition
lipstick /'lipstik/ isim ruj, dudak boyası The woman put lipstick on her lips. Kadın dudaklarına ruj sürdü. |
|
|
Term
|
Definition
liquid /'likwid/ isim sıvı Water is a liquid. Su bir sıvıdır. |
|
|
Term
|
Definition
list /list/ isim liste She made a list of things to buy. Alınacak şeylerin bir listesini yaptı. |
|
|
Term
|
Definition
listen /'lisın/ fiil dinlemek Listen to me, please! Lütfen beni dinleyin! |
|
|
Term
|
Definition
literature /'litrıçı/ isim edebiyat, yazın As a child, he had great interest in literature. Çocukken edebiyata çok merakı vardı. |
|
|
Term
|
Definition
litre /'li:tı/ isim litre I want a litre of milk. Bir litre süt istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
little /'litıl/ sıfat 1- küçük The little girl lost her ball. Küçük kız topunu kaybetti. 2- az I have very little money. Çok az param var. 3- a little biraz There is a little milk in the fridge. Dolapta biraz süt var. |
|
|
Term
|
Definition
live /liv/ 1- fiil yaşamak Fish live in water. Balıklar suda yaşarlar. 2- fiil oturmak, ikamet etmekI live in İstanbul. Ben İstanbul’da oturuyorum. 3- sıfat canlı I like listening to live music. Canlı müzik dinlemeyi severim. |
|
|
Term
|
Definition
liver /'livı/ isim karaciğer Liver is a large organ with many functions. Karaciğer çok işlevi olan büyük bir organdır. |
|
|
Term
|
Definition
lives /layvz/ isim yaşamlar (tekili life) We've spent the happiest days of our lives here. Yaşamlarımızın en mutlu günlerini burada geçirdik. |
|
|
Term
|
Definition
living /'living/ sıfat 1- canlı, yaşayan, sağ Don't harm the living creatures. Canlı yaratıklara zarar vermeyin. 2- living room oturma odası The cat is in the living room. Kedi oturma odasında. |
|
|
Term
|
Definition
load /loud/ fiil yüklemek Load the lorry! Kamyonu yükleyin! |
|
|
Term
|
Definition
loaf /louf/ isim ekmek somunu Mum bought two loaves of bread. Annem iki somun ekmek aldı. |
|
|
Term
|
Definition
lobster /'lobstı/ isim ıstakoz Have you ever eaten lobster? Hiç ıstakoz yedin mi? |
|
|
Term
|
Definition
local /'loukıl/ sıfat yöresel, yerel, mahalli The story was published in the local newspaper. Öykü yerel gazetede yayımlandı. |
|
|
Term
|
Definition
location /lou'keyşın/ isim yer, konum I can't find the location of the village on the map. Haritada köyün yerini bulamıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
lock /lok/ 1- isim kilit We had to change the lock. Kilidi değiştirmek zorunda kaldık. 2- fiil kilitlemek Lock the doors. Kapıları kilitle. |
|
|
Term
|
Definition
log /log/ 1- isim kütük, tomruk, ağaç gövdesi He threw the log onto the ground. Kütüğü yere attı. 2- fiil log in (on) (bilgisayarda) oturumu açmak, işlemi başlatmak You have to log in (on) before you chat online. Çevrimiçi sohbet yapmak için oturumu açmalısın. 3- fiil log off (out) (bilgisayarda) oturumu kapamak Sometimes I forget to log off (out). Bazen oturumu kapamayı unutuyorum. |
|
|
Term
|
Definition
logical /'locikıl/ sıfat mantıklı She didn’t give me a logical answer. Bana mantıklı bir cevap vermedi. |
|
|
Term
|
Definition
lonely /'lounli/ sıfat yalnız; ıssız I'm very lonely. Çok yalnızım. |
|
|
Term
|
Definition
long /long/ sıfat uzun The Nile is the longest river in the world. Nil dünyanın en uzun nehridir. |
|
|
Term
|
Definition
look /luk/ fiil 1- bakmak Look at the birds! Kuşlara bak! 2- görünmek You look tired. Yorgun görünüyorsun. 3- look for aramak He is looking for his wallet. Cüzdanını arıyor. |
|
|
Term
|
Definition
loose /lu:s/ sıfat gevşek, bol This shirt is too loose. Bu gömlek çok bol. |
|
|
Term
|
Definition
lorry /'lori/ isim kamyon He can drive a lorry. O kamyon sürebilir. |
|
|
Term
|
Definition
lose /lu:z/ fiil lost /lost/ kaybetmek I often lose my keys. Sık sık anahtarlarımı kaybederim. |
|
|
Term
|
Definition
loss /los/ isim kayıp, zararHis death was a great loss. Onun ölümü büyük bir kayıptı. |
|
|
Term
|
Definition
lot /lot/ isim : a lot of birçok There are a lot of tourists in the museum. Müzede birçok turist var. |
|
|
Term
|
Definition
lottery /'lotıri/ isim piyango I've won the lottery! Piyangoyu kazandım. |
|
|
Term
|
Definition
loud /laud/ sıfat, zarf (ses) yüksek; yüksek sesle Don't speak loud. Yüksek sesle konuşma. |
|
|
Term
|
Definition
love /lav/ 1- isim aşk, sevgi She gave him all her love. Ona bütün sevgisini verdi. 2- fiil sevmek I love you very much. Seni çok seviyorum. |
|
|
Term
|
Definition
lovely /'lavli/ sıfat sevimli, güzel It's a lovely dress. Güzel bir elbise. |
|
|
Term
|
Definition
lover /'lavı/ isim âşık, sevgili I think Kelly has a lover. Galiba Kelly’nin bir sevgilisi var. |
|
|
Term
|
Definition
low /lou/ sıfat alçak, düşük The water level in the river is low. Nehrin su seviyesi düşük. |
|
|
Term
|
Definition
luck /lak/ isim şans, talih Wish me luck. Bana şans dile. |
|
|
Term
|
Definition
lucky /'laki/ sıfat şanslı He was very lucky and won the lottery. Çok şanslıydı ve piyangoyu kazandı. |
|
|
Term
|
Definition
luggage /'lagic/ isim bagaj The man put his luggage on the bus. Adam bagajını otobüse koydu. |
|
|
Term
|
Definition
lunch /lanç/ isim öğle yemeği I usually have lunch at pm. Genellikle 1'de öğle yemeği, yerim. |
|
|
Term
|
Definition
lung /lang/ isim akciğer Smoking is very harmful to your lungs. Sigara akciğerlerine çok zararlıdır. |
|
|
Term
|
Definition
machine /mı'şi:n/ isim makine She bought a sewing machine. Bir dikiş makinesi aldı. |
|
|
Term
|
Definition
mad /med/ sıfat deli, çılgın You must be mad! Deli olmalısın. |
|
|
Term
|
Definition
madam /'medım/ isim hanımefendi, bayan Can I help you, madam? Size yardım edebilir miyim hanımefendi? |
|
|
Term
|
Definition
made /meyd/ fiil bkz. makeShe made me a cup of coffee. Bana bir fincan kahve yaptı. |
|
|
Term
|
Definition
magazine /megı'zi:n/ isim dergi She bought a fashion magazine. Bir moda dergisi aldı. |
|
|
Term
|
Definition
magic /'mecik/ isim büyü Magicians make magic. Büyücüler büyü yapar. |
|
|
Term
|
Definition
magician /mı'cişın/ isim büyücü The magician turned the man into a goat. Büyücü adamı keçiye döndürdü. |
|
|
Term
|
Definition
mail /meyl/ isim posta What time does the mail arrive? Posta kaçta gelir? |
|
|
Term
|
Definition
mailbox /'meylboks/ isim posta kutusu Which mailbox are you using? Hangi posta kutusunu kullanıyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
main /meyn/ sıfat ana, temel, asıl This is the main road. Bu ana caddedir. |
|
|
Term
|
Definition
majority /mı'corıti/ isim çoğunluk The majority of the class will go to the concert. Sınıfın çoğunluğu konsere gidecek. |
|
|
Term
|
Definition
make /meyk/ fiil made /meyd/ yapmak My mother makes beautiful cakes. Annem güzel pastalar yapar. |
|
|
Term
|
Definition
make-up /'meykap/ isim makyaj Make-up is not something natural. Makyaj doğal bir şey değildir. |
|
|
Term
|
Definition
male /meyl/ sıfat erkek He is the only male student in the class. O, sınıftaki tek erkek öğrenci. |
|
|
Term
|
Definition
man /men/ isim (çoğulu men /men/) adam The man gave his seat to the woman. Adam yerini kadına verdi. |
|
|
Term
|
Definition
manage /'menic/ fiil 1- başarmak, becermek I couldn't manage to stop the car in time. Arabayı vaktinde durduramadım. 2- yönetmek, idare etmek Can you manage such a large class? Böyle büyük bir sınıfı idare edebilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
management /'menicmınt/ isim yönetim The management of this factory is poor. Bu fabrikanın yönetimi zayıf. |
|
|
Term
|
Definition
manager /'menicı/ isim müdür, yönetici He is the manager of the factory. O, fabrikanın müdürüdür. |
|
|
Term
|
Definition
manner /'menı/ isim tarz, biçim, yol, şekil He behaves in a polite manner. Nazik bir şekilde davranıyor. |
|
|
Term
|
Definition
manufacture /menyu'fekçı/ fiil yapmak, üretmek They manufacture shoes in this factory. Bu fabrikada ayakkabı yapıyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
many /'meni/ zamir çok, birçok I've got many things to do. Yapacak birçok şeyim var. |
|
|
Term
|
Definition
map /mep/ isim harita I want a map of Turkey. Bir Türkiye haritası istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
mark /ma:k/ isim 1- işaret, iz Let's follow the marks on the ground. Yerdeki izleri takip edelim. 2- (okulda) not Who got the highest mark in the exam? Sınavda en yüksek notu kim aldı? |
|
|
Term
|
Definition
market /'ma:kit/ isim pazar, çarşı I buy all my vegetables at the market. Bütün sebzelerimi pazardan alırım. |
|
|
Term
|
Definition
marketing /'ma:kiting/ isim pazarlama Jane works in marketing. Jane pazarlama işinde çalışıyor. |
|
|
Term
|
Definition
marmalade /'ma:mıleyd/ isim marmelat Many English people eat marmalade for breakfast. Birçok İngiliz kahvaltıda marmelat yer. |
|
|
Term
|
Definition
marriage /'meric/ isim evlilik Their marriage did not last long. Evlilikleri uzun sürmedi. |
|
|
Term
|
Definition
married /'merid/ sıfat evli She is married to a rich man. Zengin bir adamla evli. |
|
|
Term
|
Definition
marry /'meri/ fiil ile evlenmek Will you marry me? Benimle evlenir misin? |
|
|
Term
|
Definition
mask /ma:sk/ isim maske She was wearing a scary mask. Korkunç bir maske giymişti. |
|
|
Term
|
Definition
master /'ma:stı/ isim 1- erkek öğretmen We love our maths master. Matematik öğretmenimizi çok seviyoruz. 2- sahip The dog followed its master everywhere. Köpek her yere sahibinin peşinden gitti. |
|
|
Term
|
Definition
match /meç/ isim 1- kibrit Don’t play with matches! Kibritle oynama! 2- karşılaşma, maç He is watching the tennis match. Tenis maçını seyrediyor. |
|
|
Term
|
Definition
material /mı'tiriıl/ isim malzeme, gereçWe need new materials. Yeni malzemelere ihtiyacımız var. 2- kumaş She cut the material with her scissors. Makasıyla kumaşı kesti. |
|
|
Term
|
Definition
matter /'metı/ isim 1- konu, sorun I want to talk to you about the matter. Sorun hakkında sizinle konuşmak istiyorum. 2- What's the matter? Ne var?, Ne oluyor? What's the matter with you? Neyin var? |
|
|
Term
|
Definition
mattress /'metris/ isim döşek, şilte You can sleep on this mattress. Bu döşekte yatabilirsin. |
|
|
Term
|
Definition
maximum /'meksimım/ sıfat en yüksek, maksimum What’s the maximum temperature recorded in Turkey? Türkiye’de kaydedilen en yüksek ısı nedir? |
|
|
Term
|
Definition
may /mey/ fiil might /mayt/ 1- (Olasılık, izin ve dilek belirtir.)-ebilir, -abilir You may be right. Haklı olabilirsin. 2- May I -ebilir miyim? May I sit here? Buraya oturabilir miyim? 3- May we -ebilir miyiz? May we go out? Dışarı çıkabilir miyiz? |
|
|
Term
|
Definition
maybe /'meybi/ zarf belki Maybe you are right this time. Belki bu sefer haklısın. |
|
|
Term
|
Definition
me /mi:/ zamir beni, bana Give me the paper please. Bana gazeteyi ver lütfen. |
|
|
Term
|
Definition
meal /mi:l/ isim öğün, yemek We had a meal in a small restaurant. Küçük bir lokantada yemek yedik. |
|
|
Term
|
Definition
mean /mi:n/ fiil meant /ment/ 1- kastetmek, demek istemek What do you mean? Ne demek istiyorsun? 2- anlamına gelmek The word "fast" means "hızlı" in Turkish. "Fast" sözcüğü Türkçe'de "hızlı" anlamına gelir. |
|
|
Term
|
Definition
meaning /'mi:ning/ isim anlam What's the meaning of that word? O sözcüğün anlamı ne? |
|
|
Term
|
Definition
meant /ment/ fiil bkz. mean I don't know what he meant. Onun ne demek istediğini bilmiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
measure /'mejı/ fiil ölçmek Will you measure the material please? Kumaşı ölçer misiniz lütfen? |
|
|
Term
|
Definition
measurement /'mejımınt/ isim ölçü What are the measurements of that door? O kapının ölçüleri nedir? |
|
|
Term
|
Definition
meat /mi:t/ isim et I bought the meat at the butcher's. Eti kasaptan aldım. |
|
|
Term
|
Definition
mechanic /mi'kenik/ isim makinist; tamirci The mechanic is repairing the car. Tamirci arabayı tamir ediyor. |
|
|
Term
|
Definition
medal /'medıl/ isim madalya The soldier won a medal in the war. Asker savaşta bir madalya kazandı. |
|
|
Term
|
Definition
media /'mi:dyı/ isim medya The news was widely spread by the media. Haber medyayla geniş ölçüde yayıldı. |
|
|
Term
|
Definition
medical /'medikıl/ sıfat tıbbi He is receiving medical treatment. Tıbbi tedavi görüyor. |
|
|
Term
|
Definition
medicine /'medsin/ isim 1- ilaç This medicine will do you good. Bu ilaç seni iyi edecek. 2- tıp He has been studying medicine for 3 years. 3 yıldır tıp okuyor. |
|
|
Term
|
Definition
medium /'mi:diım/ 1- sıfat orta boy What size do you want? Small, medium or large? Hangi boy istersiniz? Küçük, orta, büyük? 2- isim iletişim aracı The internet is a powerful medium. İnternet güçlü bir iletişim aracıdır. 3- isim medyum Mediums say that they can speak to dead people. Medyumlar ölülerle konuşabildiklerini söylerler. |
|
|
Term
|
Definition
meet /mi:t/ fiil met /met/ 1- rastlamak, karşılaşmak He met Fred at the bus stop. Otobüs durağında Fred'e rastladı. 2- tanışmak I meet many people every day. Her gün birçok insanla tanışıyorum. 3- buluşmak Let's meet in front of the cinema. Sinemanın önünde buluşalım. |
|
|
Term
|
Definition
meeting /'mi:ting/ isim toplantı The manager is in a meeting now. Müdür şu anda bir toplantıda. |
|
|
Term
|
Definition
melon /'melın/ isim kavun We ate the melon last night. Dün gece kavunu yedik. |
|
|
Term
|
Definition
melt /melt/ fiil erimek Snow melts in the sun. Kar güneşte erir. |
|
|
Term
|
Definition
member /'membı/ isim üye Members of the club are going to meet this afternoon. Derneğin üyeleri bu öğleden sonra toplanacak. |
|
|
Term
|
Definition
membership /'membışip/ isim üyelik I was granted the membership to this club. Bu kulübe üyeliğe kabul edildim. |
|
|
Term
|
Definition
memo /'memou/ isim kısa not Have you read the memo? Kısa notu okudun mu? |
|
|
Term
|
Definition
memory /'memıri/ isim 1- hafıza, bellek The information is in the computer's memory. Bilgi bilgisayarın hafızasında. 2- anı My mother has many memories of her childhood. Annemin birçok çocukluk anısı var. |
|
|
Term
|
Definition
men /men/ isim adamlar (tekili man) There were 5 men and 5 women in the room. Odada beş adam ve beş kadın vardı. |
|
|
Term
|
Definition
mend /mend/ fiil tamir etmek, onarmak Can you mend this clock? Bu saati tamir edebilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
mental /'mentıl/ sıfat zihni, akli The old lady has some mental problems. Yaşlı kadının bazı zihni sorunları var. |
|
|
Term
|
Definition
mention /'menşın/ fiil anmak, değinmek, bahsetmek Don't mention her name before the boss! Patronun yanında onun adını anma! |
|
|
Term
|
Definition
menu /'menyu:/ isim yemek listesi, menüWhat’s on the menu? Yemek listesinde neler var? |
|
|
Term
|
Definition
merchandise /'mö:çındayz/ isim ticaret eşyası, mal This company has a lot of merchandise. Bu şirketin çok malı var. |
|
|
Term
|
Definition
mere /miı/ sıfat sırf, sadece, yalnız He won by a mere two seconds. Sadece iki saniye farkla kazandı. |
|
|
Term
|
Definition
merely /'miıli/ zarf sadece, yalnızca It was merely a small mistake. Sadece küçük bir hataydı. |
|
|
Term
|
Definition
message /'mesic/ isim mesaj; not There's a message for you. Size bir mesaj var. |
|
|
Term
|
Definition
met /met/ fiil bkz. meet I met her at a party. Onunla bir partide tanıştım. |
|
|
Term
|
Definition
metal /'metıl/ isim metal Gold, silver, copper and iron are metals. Altın, gümüş, bakır ve demir metaldirler. |
|
|
Term
|
Definition
method /'metıd/ isim yöntem What method of teaching do you use? Hangi öğretim yöntemini kullanıyorsunuz? |
|
|
Term
|
Definition
metre /'mi:tı/ isim metre There are 100 cm in a metre. 1 metrede 100 cm vardır. |
|
|
Term
|
Definition
microphone /'maykrıfoun/ isim mikrofon This microphone makes sounds louder. Bu mikrofon sesleri daha yüksek yapar. |
|
|
Term
|
Definition
microscope /'maykrıskoup/ isim mikroskop He looked at the hair under the microscope. Mikroskopla kıla baktı. |
|
|
Term
|
Definition
midday /mid'dey/ isim öğle vakti Let’s meet at midday. Öğle vakti buluşalım. |
|
|
Term
|
Definition
middle /'midıl/ 1- sıfat orta The middle finger is the longest. Orta parmak en uzundur. 2- isim in the middle of -in ortasında, -in ortasına Don't stand in the middle of the road! Yolun ortasında dikilme! |
|
|
Term
|
Definition
midnight /'midnayt/ isim gece yarısı I met him at midnight. Onunla gece yarısı buluştum. |
|
|
Term
|
Definition
might /mayt/ fiil -ebilmek, -abilmek I might come. I don't know. Gelebilirim. Bilmiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
mile /mayl/ isim mil A mile is 1609 metres. Bir mil 1609 metredir. |
|
|
Term
|
Definition
military /militıri/ sıfat askeri They have a strong military force on this island. Bu adada etkili bir askeri güce sahipler. |
|
|
Term
|
Definition
milk /milk/ isim süt Is there any milk in the fridge? Dolapta hiç süt var mı? |
|
|
Term
|
Definition
mill /mil/ isim değirmen The farmers took their wheat to the mill. Çiftçiler buğdaylarını değirmene götürdüler. |
|
|
Term
|
Definition
millionaire /milyı'neı/ isim milyoner There are many millionaires in America. Amerika'da birçok milyoner var. |
|
|
Term
|
Definition
mind /maynd/ 1- isim akıl Use your mind! Aklını kullan! 2- fiil aldırış etmek, önemsemek Don't mind him. Ona aldırış etme. 3- make up one's mind kararını vermek I’ve made up my mind. Kararımı verdim. 4- Do you mind if I -memde sizce bir sakınca var mı? Do you mind if I sit here? Buraya oturmamda sizce bir sakınca var mı? 5- Never mind Zararı yok!, Sağlık olsun!; Boş ver! Never mind! You'll find another job. Boş ver! Başka bir iş bulursun. |
|
|
Term
|
Definition
mine /mayn/ zamir benimki That pullover is mine. O kazak benimki. |
|
|
Term
|
Definition
minimum /'minimım/ sıfat en küçük, en az They want minimum two years experience. En az iki yıllık deneyim istiyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
minister /'ministı/ isim bakan The Minister of Finance is giving a speech. Maliye Bakanı konuşma yapıyor. |
|
|
Term
|
Definition
ministry /'ministri/ isim bakanlık The news comes from the Ministry of Finance. Haber Maliye Bakanlığından geliyor. |
|
|
Term
|
Definition
minority /may'noriti/ isim azınlık We are in the minority. Biz azınlıktayız. |
|
|
Term
|
Definition
minus /'maynıs/ edat eksi Eight minus three is five. Sekiz eksi üç beş eder. |
|
|
Term
|
Definition
minute /'minit/ isim dakika Each lesson lasts 40 minutes. Her bir ders 40 dakika sürer. |
|
|
Term
|
Definition
mirror /'mirı/ isim ayna She looked at herself in the mirror. Aynada kendisine baktı. |
|
|
Term
|
Definition
Miss /mis/ isim (evlenmemiş) bayan, bn. Miss Smith is a secretary. Bayan Smith bir sekreterdir. |
|
|
Term
|
Definition
miss /mis/ fiil 1- özlemek I miss you when I'm not with you. Seninle olmadığım zaman seni özlüyorum. 2- kaçırmak, yetişememek She missed the train. Treni kaçırdı. |
|
|
Term
|
Definition
missing /'mising/ sıfat kayıp, eksik My dog is missing! Köpeğim kayıp! |
|
|
Term
|
Definition
mistake /mi'steyk/ isim hata, yanlış We all make mistakes. Hepimiz hata yaparız. |
|
|
Term
|
Definition
mix /miks/ fiil karıştırmak Can you mix oil and water? Yağ ile suyu karıştırabilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
mixture /'miksçı/ isim karışım This is a nice mixture. Bu güzel bir karışım. |
|
|
Term
|
Definition
mobile /'moubayl/ sıfat 1- seyyar They lived in a mobile home. Seyyar bir evde yaşadılar. 2- mobile phone cep telefonu Mobile phones are very popular today. Günümüzde cep telefonları çok yaygın. |
|
|
Term
|
Definition
model /'modıl/ isim manken, model She's a professional model. O profesyonel bir manken. |
|
|
Term
|
Definition
modem /'moudem/ isim modem The modem in my computer doesn't work. Bilgisayarımın modemi çalışmıyor. |
|
|
Term
|
Definition
modern /'modın/ sıfat modern, çağdaş Those buildings are very modern. Şu binalar çok modern. |
|
|
Term
|
Definition
module /'modyu:l/ isim modül, birim The computer would work faster with more memory modules. Daha çok bellek birimleri ile bilgisayar daha hızlı çalışır. |
|
|
Term
|
Definition
moment /'moumınt/ isim an, kısa süre I will be with you in a moment. Kısa süre içinde sizinle olacağım. |
|
|
Term
|
Definition
money /'mani/ isim para I need money. Paraya ihtiyacım var. |
|
|
Term
|
Definition
monitor /'monitı/ isim monitör My old computer has a huge monitor. Eski bilgisayarımın monitörü kocaman. |
|
|
Term
|
Definition
monkey /'manki/ isim maymun That man has got a monkey. O adamın bir maymunu var. |
|
|
Term
|
Definition
monster /'monstı/ isim canavar The horror film was about a huge monster. Korku filmi kocaman bir canavarla ilgiliydi. |
|
|
Term
|
Definition
month /mant/ isim ay September is the 9th month of the year. Eylül yılın 9. ayıdır. |
|
|
Term
|
Definition
monthly /'mantli/ sıfat ayda bir, aylık She works for a monthly magazin. Aylık bir dergide çalışıyor. |
|
|
Term
|
Definition
mood /mu:d/ isim ruh hali, hava I’m in a good mood today. Bugün havamdayım. |
|
|
Term
|
Definition
moon /mu:n/ isim ay We can’t see the moon when it’s cloudy. Hava bulutluyken ayı göremeyiz.. |
|
|
Term
|
Definition
moral /'morıl/ sıfat manevi We need more moral support. Daha çok manevi desteğe ihtiyacımız var. |
|
|
Term
|
Definition
more /mo:/ zarf daha çok, daha He is more careful than his brother. O kardeşinden daha dikkatlidir. |
|
|
Term
|
Definition
morning /'mo:ning/ isim sabah I always get up early in the morning. Sabah hep erken kalkarım. |
|
|
Term
|
Definition
mortgage /'mo:gic/ isim banka kredisiyle ev alma sistemi Mortgage is very common in America. Krediyle ev alma sistemi Amerika’da çok yaygın. |
|
|
Term
|
Definition
mosque /mosk/ isim cami There are many mosques in Turkey. Türkiye'de birçok cami vardır. |
|
|
Term
|
Definition
mosquito /mı'ski:tou/ isim sivrisinek I couldn’t sleep because of mosquitoes. Sivrisinekler yüzünden uyuyamadım. |
|
|
Term
|
Definition
most /moust/ zarf 1- en çok, en You're the most beautiful girl I've ever seen. Sen gördüğüm en güzel kızsın. 2- hemen hepsi, çoğu Most of the students went home. Öğrencilerin çoğu eve gitti. |
|
|
Term
|
Definition
mother /'madı/ isim anne I have to visit my mother. Annemi ziyaret etmeliyim. |
|
|
Term
|
Definition
mother-in-law /'madırinlo:/ isim kaynana My mother-in-law is an interesting person. Kaynanam ilginç bir insan. |
|
|
Term
|
Definition
motion /'mouşın/ isim hareket The car is in motion. Araba hareket halinde. |
|
|
Term
|
Definition
motorbike /'moutıbayk/ isim motosiklet He's bought a new motorbike. Yeni bir motosiklet satın aldı. |
|
|
Term
|
Definition
motorcycle /'moutısaykıl/ isim motosiklet He is riding his motorcycle. Motosikletine biniyor. |
|
|
Term
|
Definition
motorway /'moutıwey/ isim otoyol There was a terrible accident on the motorway. Otoyolda korkunç bir kaza olmuştu. |
|
|
Term
|
Definition
mountain /'mauntin/ isim dağ Mt. Ağrı is the highest mountain in Turkey. Ağrı dağı Türkiye'nin en yüksek dağıdır. |
|
|
Term
|
Definition
mouse /maus/ isim (çoğulu mice /mays/) fare She fainted when she saw the mouse in her soup. Çorbasında fareyi görünce bayıldı. |
|
|
Term
|
Definition
moustache /mı'sta:ş/ isim bıyık I haven't got a moustache. Benim bıyığım yok. |
|
|
Term
|
Definition
mouth /maut/ isim ağız "Open your mouth please," said the dentist. Dişçi "ağzınızı açın lütfen" dedi. |
|
|
Term
|
Definition
move /mu:v/ fiil hareket etmek, kıpırdamak: hareket ettirmek She was sitting without moving. Kıpırdamadan oturuyordu. |
|
|
Term
|
Definition
movement /'mu:vmınt/ isim hareket Their movement was slow. Hareketleri yavaştı. |
|
|
Term
|
Definition
movie /'mu:vi/ isim film This is one of the best movies I have ever seen. Gördüğüm en iyi filmlerden biri bu. |
|
|
Term
|
Definition
Mr /'mistı/ isim Bay Mr Smith is a very rich man. Bay Smith çok zengin bir adamdır. |
|
|
Term
|
Definition
Mrs /'misiz/ isim (evlenmiş) Bayan, Bn. Mrs Robinson is a clever woman. Bayan Robinson akıllı bir kadındır. |
|
|
Term
|
Definition
much /maç/ zarf çok They haven't much money but they are very happy. Çok paraları yok ama çok mutlular. |
|
|
Term
|
Definition
mud /mad/ isim çamur There is mud on your skirt. Eteğinde çamur var. |
|
|
Term
|
Definition
multiply /'maltiplay/ fiil çarpmak Five multiplied by five is twenty five. Beş kere beş yirmi beş eder. |
|
|
Term
|
Definition
mummy /'mami/ isim, ünlem anneMummy! Can you help me? Anne! Bana yardım eder misin? |
|
|
Term
|
Definition
murder /'mö:dı/ 1- isim insan öldürme, cinayet There are fewer murders in our town than before. Kasabamızda önceye oranla daha az cinayet var. 2- fiil öldürmek Who murdered that poor girl? O zavallı kızı kim öldürdü? |
|
|
Term
|
Definition
museum /myu:'ziım/ isim müze Topkapı Palace is now a museum. Topkapı Sarayı şimdi bir müzedir. |
|
|
Term
|
Definition
mushroom /'maşru:m/ isim mantar Some mushrooms are poisonous. Bazı mantarlar zehirlidir. |
|
|
Term
|
Definition
music /'myu:zik/ isim müzik I like classical music. Klasik müziği severim. |
|
|
Term
|
Definition
musician /myu:'zişın/ isim müzisyen My uncle is a good musician. Amcam iyi bir müzisyendir. |
|
|
Term
must She must be your girlfriend. O senin kız arkadaşın olmalı. (ihtimal) You musn’t wait here. Burada beklememelisiniz. (yasak) |
|
Definition
must She must be your girlfriend. O senin kız arkadaşın olmalı. (ihtimal) You musn’t wait here. Burada beklememelisiniz. (yasak) |
|
|
Term
|
Definition
mustard /'mastıd/ isim hardal Mustard is a very hot spice. Hardal çok acı bir baharattır. |
|
|
Term
|
Definition
my /may/ zamir benim This is my book. Bu benim kitabım. |
|
|
Term
|
Definition
myself /may'self/ zarf ben, kendim I looked at myself in the mirror. Aynada kendime baktım. |
|
|
Term
|
Definition
nail /neyl/ isim 1- çivi I need one more nail. Bir çiviye daha ihtiyacım var. 2- tırnak She painted her nails red. Tırnaklarını kırmızıya boyadı. |
|
|
Term
|
Definition
name /neym/ isim ad, isim I can't remember his name. Adını hatırlayamıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
napkin /'nepkin/ isim peçete Clean your mouth with the napkin. Ağzını peçeteyle temizle. |
|
|
Term
|
Definition
narrow /'nerou/ sıfat dar The bridge was very narrow. Köprü çok dardı. |
|
|
Term
|
Definition
nation /'neyşın/ isim ulus The Turkish nation likes peace. Türk ulusu barışı sever. |
|
|
Term
|
Definition
national /'neşınıl/ sıfat ulusal Turkish is the national language in Turkey. Türkçe Türkiye'deki ulusal dildir. |
|
|
Term
|
Definition
native /'neytiv/ isim yerli I had a good time with the natives. Yerlilerle iyi vakit geçirdim. |
|
|
Term
|
Definition
natural /'neçrıl/ sıfat doğal It's natural to feel nervous before an exam. Sınavdan önce heyecanlı olmak doğaldır. |
|
|
Term
|
Definition
nature /'neyçı/ isim doğa Turkey is full of the beauties of nature. Türkiye doğa güzellikleriyle doludur. |
|
|
Term
|
Definition
naughty /'no:ti/ sıfat yaramaz Those children are very naughty. Şu çocuklar çok yaramaz. |
|
|
Term
|
Definition
navy /'neyvi/ isim deniz kuvvetleri; donanma His son is in the navy. Oğlu deniz kuvvetlerindedir. |
|
|
Term
|
Definition
near /niı/ zarf, edat, sıfat yanında, yakınında The bed is near the wardrobe. Yatak gardrobun yanında. |
|
|
Term
|
Definition
nearly /'niıli/ zarf hemen hemen, neredeyse I nearly lost my best friend. Az kalsın en iyi arkadaşımı kaybediyordum. |
|
|
Term
|
Definition
necessarily /nesı'sırıli/ zarf ister istemez, zorunlu olarak, mecburen You don't have to do it necessarily. Onu mecburen yapmak zorunda değilsin. |
|
|
Term
|
Definition
necessary /'nesisıri/ sıfat gerekli Food and water are necessary for life. Yiyecek ve su yaşam için gereklidir. |
|
|
Term
|
Definition
neck /nek/ isim boyun Swans have beautiful necks. Kuğuların güzel boyunları vardır. |
|
|
Term
|
Definition
necklace /'neklis/ isim kolye, gerdanlık I can't find my necklace. Kolyemi bulamıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
need /ni:d/ 1- fiil ihtiyacı olmak, gereksinmek I need a new coat. Yeni bir cekete ihtiyacım var. 2- isim ihtiyaç, gereksinim There is a need to build another bridge. Yeni bir köprü yapımına ihtiyaç var. |
|
|
Term
|
Definition
needle /'ni:dıl/ isim iğne She bought a needle to sew the shirt. Gömleği dikmek için bir iğne satın aldı. |
|
|
Term
|
Definition
neighbour /'neybı/ isim komşu Her neighbours are very noisy. Onun komşuları çok gürültücü. |
|
|
Term
|
Definition
neither /'naydı, ni:dı/ zamir 1- (ikisinden) hiçbiri Neither team played well. İki takım da iyi oynamadı. 2- ne de She doesn't like football, and neither do I. O futboldan hoşlanmıyor, ve ben de (hoşlanmıyorum). 3- neither ... nor ... ne ... ne de ... She neither ate nor drank. O ne yedi ne de içti. |
|
|
Term
|
Definition
nephew /'nefyu:/ isim erkek yeğen My nephew is in Spain. Yeğenim İspanya'da. |
|
|
Term
|
Definition
nerve /nö:v/ isim sinir You are getting on my nerves. Sinirime dokunuyorsun. |
|
|
Term
|
Definition
nervous /'nö:vıs/ sıfat heyecanlı, gergin He felt very nervous before the exam. Sınavdan önce kendini çok heyecanlı hissetti. |
|
|
Term
|
Definition
nest /nest/ isim yuva The bird built a nest in the tree. Kuş ağaçta bir yuva kurdu. |
|
|
Term
|
Definition
net /net/ isim ağ What is caught in the net? Ağa ne yakalandı? |
|
|
Term
|
Definition
network /'netwö:k/ isim ağ, şebeke We've set up a network of service. Bir hizmet ağı kurduk. |
|
|
Term
|
Definition
never /'nevı/ zarf asla, hiç She never sees her cousins because they live in Japan. Kuzenlerini hiç görmez çünkü onlar Japonya'da yaşıyor. |
|
|
Term
|
Definition
nevertheless /nevıdı'les/ zarf bununla birlikte, yine de Nevertheless, since it's raining, you kids are not allowed out to play. Yine de yağmur yağdığı için siz çocukların dışarıda oynamasına izin yok. |
|
|
Term
|
Definition
new /nyu:/ sıfat yeni He has a new car. Onun yeni bir arabası var. |
|
|
Term
|
Definition
news /nyu:z/ isim haber The news of his death was in the paper. Ölüm haberi gazetedeydi. |
|
|
Term
|
Definition
newspaper /'nyu:speypı/ isim gazete Newspapers don't always tell the truth. Gazeteler her zaman gerçeği söylemez. |
|
|
Term
|
Definition
next /nekst/ sıfat gelecek, önümüzdeki The next bus will be here in 10 minutes. Gelecek otobüs 10 dakika içinde burada olacak. |
|
|
Term
|
Definition
nice /nays/ sıfat hoş, sevimli, güzel, iyi You're a very nice girl. Çok hoş bir kızsın. |
|
|
Term
|
Definition
niece /'ni:s/ isim kız yeğen My niece is 15 years old. Kız yeğenim 15 yaşında. |
|
|
Term
|
Definition
night /nayt/ isim gece The nights are longer in winter. Kışın geceler daha uzundur. |
|
|
Term
|
Definition
no /nou/ zarf hayır No. You can't smoke here. Hayır. Burada sigara içemezsiniz. |
|
|
Term
|
Definition
no one /'nou wan/ zamir hiç kimse No one came when I knocked on the door. Kapıyı çaldığımda kimse gelmedi. |
|
|
Term
|
Definition
nobody /'noubıdi/ zamir hiç kimse There was nobody in the room. Odada hiç kimse yoktu. |
|
|
Term
|
Definition
noise /noyz/ isim gürültü What is that strange noise? O garip gürültü ne? |
|
|
Term
|
Definition
noisy /'noyzi/ sıfat gürültülü; gürültücü The children are very noisy. Çocuklar çok gürültücü. |
|
|
Term
|
Definition
none /nan/ zamir hiçbiri None of us knows this place well. Hiçbirimiz bu yeri iyi bilmiyoruz. |
|
|
Term
|
Definition
nonsense /'nonsıns/ isim saçma Don't talk nonsense! Saçma konuşma! |
|
|
Term
|
Definition
noon /nu:n/ öğle vakti, öğle She left home at noon. Öğle vakti evden çıktı. |
|
|
Term
|
Definition
normal /'no:mıl/ sıfat normal There is more snow than normal this winter. Bu kış normalden daha çok kar var. |
|
|
Term
|
Definition
normally /'no:mıli/ zarf normalde, genelde Normally the old lady is kind with us. Genelde yaşlı hanım bize karşı nazik. |
|
|
Term
|
Definition
north /no:t/ isim kuzey Sinop is in the north of Turkey. Sinop Türkiye'nin kuzeyindedir. |
|
|
Term
|
Definition
northern /'no:dın/ sıfat kuzey I come from the northern part of the country. Ben ülkenin kuzey kısmındanım. |
|
|
Term
|
Definition
nose /nouz/ isim burun Your nose is bleeding. Burnun kanıyor. |
|
|
Term
|
Definition
not /not/ zarf değil It is a pen, not a pencil. O bir tükenmezkalem, kurşunkalem değil. |
|
|
Term
|
Definition
note /nout/ isim not Mrs Smith left you a note here. Bn Smith buraya size bir not bıraktı. |
|
|
Term
|
Definition
notebook /'noutbuk/ isim defter Can I borrow your notebook? Defterini ödünç alabilir miyim? |
|
|
Term
|
Definition
nothing /'nating/ zamir hiçbir şey Nothing can stop me! Hiçbir şey beni durduramaz! |
|
|
Term
|
Definition
notice /'noutis/ 1- fiil farkına varmak, dikkat etmek Have you noticed his walking? Yürüyüşüne dikkat ettin mi? 2- isim uyarı, işaret Haven’t you seen the notice that says ‘No smoking’? ‘Sigara içilmez’ uyarısını görmedin mi? |
|
|
Term
|
Definition
notion /'nouşın/ isim fikir, görüş, kanı, kavram He had no notion of saving time. Onda zaman tasarrufu kavramı yoktu. |
|
|
Term
|
Definition
noun /naun/ isim (dilbilgisinde) isim, ad "Student" is a noun. ''Öğrenci" bir isimdir. |
|
|
Term
|
Definition
novel /'novıl/ isim roman I like reading novels. Roman okumayı severim. |
|
|
Term
|
Definition
now /nau/ zarf şimdi What are you doing now? Şimdi ne yapıyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
nowhere /'nouweı/ zarf hiçbir yerde, hiçbir yere, hiçbir yer He's got nowhere to go. Onun gidecek hiçbir yeri yok. |
|
|
Term
|
Definition
nuclear /'nyu:kliı/ sıfat nükleer Nuclear power can do both harm and good to us. Nükleer güç bize hem zarar hem de yarar sağlayabilir. |
|
|
Term
|
Definition
number /'nambı/ isim sayı; rakam; numara What is your telephone number? Telefon numaran kaç? |
|
|
Term
|
Definition
nun /nan/ isim rahibe The nun entered the church. Rahibe kiliseye girdi. |
|
|
Term
|
Definition
nurse /nö:s/ isim hemşire, hastabakıcı Can's sister is a nurse. Can'ın kız kardeşi bir hemşiredir. |
|
|
Term
|
Definition
nut /nat/ isim fındık, ceviz They ate nuts with their beer. Biraları ile fındık yediler. |
|
|
Term
|
Definition
obey /ou'bey/ fiil itaat etmek, söz dinlemek, uymak He didn’t obey the rules. Kurallara uymadı. |
|
|
Term
|
Definition
objective /ıb'cektiv/ sıfat nesnel, tarafsız, yansız Try to be objective in judging. Yargılarken nesnel olmaya çalış. |
|
|
Term
|
Definition
obligation /obli'geyşın/ isim zorunluluk, mecburiyet We all have an obligation to protect the nature. Hepimizin doğayı koruma mecburiyetimiz var. |
|
|
Term
|
Definition
observation /obzı'veyşın/ isim inceleme, gözlem, düşünce, görüş We should judge from our own observation. Kendi gözlemlerimize göre yargıda bulunmalıyız. |
|
|
Term
|
Definition
obstinate /'obstinıt/ sıfat inatçı Some donkeys are very obstinate. Bazı eşekler çok inatçıdır. |
|
|
Term
|
Definition
obviously /'obviısli/ zarf belli ki, açıkça Obviously we will win. Belli ki kazanacağız. |
|
|
Term
|
Definition
occasion /ı'keyjın/ isim fırsat, vesile, durum, olay You shouldn't say such things on this occasion. Bu durumda böyle sözler söylememelisin. |
|
|
Term
|
Definition
occupation /okyu'peyşın/ isim meşgale, iş "What is your occupation?" "I'm an engineer.""Mesleğiniz nedir?" "Mühendisim." |
|
|
Term
|
Definition
ocean /'ouşın/ isim okyanus The Pacific Ocean is the largest in the world. Pasifik Okyanusu dünyada en büyüğüdür. |
|
|
Term
|
Definition
o'clock /ı'klok/ isim saat (tam saatlerle kullanılır) It is 5 o'clock. Saat 5. |
|
|
Term
|
Definition
octopus /'oktıpıs/ isim ahtapot An octopus has eight arms. Bir ahtapotun sekiz kolu vardır. |
|
|
Term
|
Definition
odd /od/ sıfat 1- (sayı) tek is an odd number. bir tek sayıdır. 2- tuhaf, garip His behaviour was odd. Davranışı tuhaftı. |
|
|
Term
|
Definition
of /ıv, ov/ edat -in, -ın, -nin, -nın The cover of the book is black. Kitabın kapağı siyah. |
|
|
Term
|
Definition
of course /ıv 'ko:s/ ünlem tabii, elbette "May I sit here?" "Of course!" "Buraya oturabilir miyim?" "Elbette!" |
|
|
Term
|
Definition
off /of/ zarf uzak, uzağa, uzakta He got into his car and drove off. Arabasına bindi ve sürüp uzaklaştı. |
|
|
Term
|
Definition
offence /ı'fens/ isim kabahat, kusur, suç I'm sorry for the offence. Kusurdan ötürü özür dilerim. |
|
|
Term
|
Definition
offer /'ofı/ 1- fiil teklif etmek, önermek He offered to help. Yardım etmeyi önerdi. 2- isim teklif, öneriI didn't accept his offer. Önerisini kabul etmedim. |
|
|
Term
|
Definition
office /'ofis/ isim büro Could you come to my office in the afternoon? Öğleden sonra büroma gelebilir misiniz? |
|
|
Term
|
Definition
officer /'ofisı/ isim memur, görevli; subay He was an officer in the army. O orduda bir subaydı. |
|
|
Term
|
Definition
official /ı'fişıl/ 1- isim memur They informed the officials. Memurlara haber verdiler. 2- sıfat resmi It was an official meeting of businessmen. İş adamlarının resmi bir toplantısıydı. |
|
|
Term
|
Definition
offline /of'layn/ sıfat çevrimdışı, internete bağlı olmayan Leave me a message when I'm offline. Ben çevrimdışı iken bana bir ileti bırak. |
|
|
Term
|
Definition
often /'ofın/ zarf sık sık He often tells lies. O sık sık yalan söyler. |
|
|
Term
|
Definition
oil /oyl/ isim 1- yağ He poured some oil on the salad. Salatanın üzerine biraz yağ döktü. 2- petrol We need more oil. Daha fazla petrole ihtiyacımız var. |
|
|
Term
|
Definition
OK /ou’key/ ünlem bkz. okay OK! I will come. Tamam! Gelirim. |
|
|
Term
|
Definition
okay /ou'key/ ünlem peki, kabul, tamam, oldu Okay, you can have my watch. Tamam, benim saatimi alabilirsin. |
|
|
Term
|
Definition
old /ould/ sıfat 1- eski Galata tower is very old. Galata kulesi çok eskidir. 2- yaşlı My grandfather is very old. Dedem çok yaşlıdır. |
|
|
Term
|
Definition
olive /'oliv/ isim zeytin She ate all the olives. Bütün zeytinleri yedi. |
|
|
Term
|
Definition
omelette /'omlit/ isim omlet I want to eat some omelette. Biraz omlet yemek istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
on /on/ edat üstüne, üstünde The vase is on the television. Vazo televizyonun üstünde. |
|
|
Term
|
Definition
once /wans/ zarf bir defa, bir zamanlar There was once a small river running across the town. Bir zamanlar kasabanın içinden akan bir nehir vardı. |
|
|
Term
|
Definition
one /wan/ isim bir Only one of us may stay. Sadece birimiz kalabiliriz. |
|
|
Term
|
Definition
onion /'anyın/ isim soğan The onion made her cry. Soğan onu ağlattı. |
|
|
Term
|
Definition
online /'onlayn/ sıfat çevrimiçi, internete bağlı You can download some music online. İnternete bağlı iken müzik indirebilirsin. |
|
|
Term
|
Definition
only /'ounli/ zarf sadece, yalnız I've got only one pair of shoes. Sadece bir çift ayakkabım var. |
|
|
Term
|
Definition
onto /'ontı, ontu/ edat üstüne The monkey climbed onto the roof of the building. Maymun binanın çatısına tırmandı. |
|
|
Term
|
Definition
open /'oupın/ 1- sıfat açık The shop is open. Dükkân açık. 2- fiil açmak Open the windows. Pencereleri aç. |
|
|
Term
|
Definition
operate /'opıreyt/ fiil 1- ameliyat etmek The doctor was operating on a sick child. Doktor bir hasta çocuğu ameliyat ediyordu. 2- işlemek, çalışmak How does the machine operate? Makine nasıl çalışıyor? |
|
|
Term
|
Definition
operation /opı'reyşın/ isim ameliyat I had a serious operation last year. Geçen yıl ciddi bir ameliyat geçirdim. |
|
|
Term
|
Definition
opinion /ı'pinyın/ isim fikir, düşünce, kanı In my opinion he is right. Benim kanımca o haklı. |
|
|
Term
|
Definition
opportunity /opı'tyu:nıti/ isim fırsat We shouldn't miss this opportunity. Bu fırsatı kaçırmamalıyız. |
|
|
Term
|
Definition
oppose /ı'pouz/ fiil karşı koymak, karşı çıkmak He opposed the project. Projeye karşı çıktı. |
|
|
Term
|
Definition
opposite /'opızit/ zarf karşı; karşıdaki, karşıki, karşısında There is a cafe shop opposite our school. Okulumuzun karşısında bir kafeterya var. |
|
|
Term
|
Definition
or /ı, o:/ bağlaç 1- veya, ya da I'll have a pear or an apple. Ben bir armut veya elma yiyeceğim. 2- yoksa Give me some advice, or I will give up. Bana nasihat ver, yoksa vazgeçeceğim. |
|
|
Term
|
Definition
oral /'o:rıl/ sıfat sözel, sözlü, ağızdan We had an oral exam yesterday. Dün sözlü sınav olduk. |
|
|
Term
|
Definition
orange /'orinc/ isim portakal She peeled the oranges. Portakalları soydu. |
|
|
Term
|
Definition
orchestra /'o:kistrı/ isim orkestra My friend plays the violin in the Istanbul Symphony Orchestra. Arkadaşım İstanbul Senfoni Orkestrası'nda keman çalar. |
|
|
Term
|
Definition
order /'o:dı/ 1- fiil sipariş etmek, ısmarlamak, söylemek He ordered four teas. Dört çay söyledi. 2- fiil emretmek, buyurmak He ordered us to clean the toilets. Tuvaletleri temizlememizi emretti. 3- isim emir The soldiers didn’t follow the order. Askerler emre uymadılar. 4- isim düzen, sıra Put the names in alphabetical order. İsimleri alfabetik sıraya koy. |
|
|
Term
|
Definition
ordinary /'o:dınri/ sıfat alışılmış, her zamanki, olağan, sıradan It was an ordinary film. Sıradan bir filmdi. |
|
|
Term
|
Definition
organ /'o:gın/ isim organ I want to donate my organs. Organlarımı bağışlamak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
organization /o:gınay'zeyşın/ isim örgüt, organizasyon, kurum, teşkilat He joined an organization. Bir örgüte katıldı. |
|
|
Term
|
Definition
organize /'o:gınayz/ fiil düzenlemek, tertip etmek The teacher organized a picnic. Öğretmen bir piknik düzenledi. |
|
|
Term
|
Definition
original /ı'ricinıl/ sıfat orijinal, özgün The painting is an original by Van Gogh. Bu resim orijinal bir Van Gogh'tur. |
|
|
Term
|
Definition
ornament /'o:nımınt/ isim süs She decorated the house with ornaments. Evi süslerle dekore etti. |
|
|
Term
|
Definition
ostrich /'ostriç/ isim devekuşu Ostriches can run very fast. Devekuşları çok hızlı koşabilirler. |
|
|
Term
|
Definition
other /'adı/ sıfat başka, diğer, öteki Where is the other pencil? Öteki kurşun kalem nerede? |
|
|
Term
|
Definition
ought /o:t/ fiil (Ödev, tavsiye ya da olasılık belirtir.) -meli, -malı, gerek, iyi olur You ought to study harder. Daha sıkı çalışmalısın. |
|
|
Term
|
Definition
our /auı/ zamir bizim Our car is very old. Bizim araba çok eski. |
|
|
Term
|
Definition
ours /auız/ zamir bizimki This is his table. That is ours. Bu onun masası. Şu bizimki. |
|
|
Term
|
Definition
ourselves /auı'selvz/ zamir kendimiz We built our house ourselves. Evimizi kendimiz inşa ettik. |
|
|
Term
|
Definition
out /aut/ zarf dışarı, dışarıya; dışarıda I want to go out. Dışarı çıkmak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
outcome /'autkam/ isim sonuç, netice We are waiting for the outcome of the test. Testin sonucunu bekliyoruz. |
|
|
Term
|
Definition
outdoors /aut'do:z/ zarf açık havada, dışarıda They are playing outdoors. Dışarıda oynuyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
outline /'autlayn/ isim özet, öz What's the outline of his speech? Konuşmasının özü ne? |
|
|
Term
|
Definition
outside /aut'sayd/ zarf dışarı, dışarıda What's happening outside? Dışarıda ne oluyor? |
|
|
Term
|
Definition
outstanding /aut'stending/ sıfat göze çarpan, önemli This is an outstanding work of art. Bu göze çarpan bir sanat eseri. |
|
|
Term
|
Definition
oven /'avın/ isim fırın Put the cake in the oven. Keki fırına koy. |
|
|
Term
|
Definition
over /'ouvı/ edat üzerinde, üstünde; üzerine, üstüne; üzerinden, üstünden The horse jumped over the fence. At çitin üzerinden atladı. |
|
|
Term
|
Definition
overall /'ouvıro:l/ sıfat her şey dahil, toplam What is the overall cost? Toplam masraf nedir? |
|
|
Term
|
Definition
overseas /ouvı'si:z/ sıfat denizaşırı She wants to join an overseas tour. Denizaşırı bir tura katılmak istiyor. |
|
|
Term
|
Definition
owe /ou/ fiil borcu olmak; borçlu olmak How much do I owe you? Sana ne kadar borcum var? |
|
|
Term
|
Definition
owl /aul/ isim baykuş I saw an owl in the forest last night. Dün gece ormanda bir baykuş gördüm. |
|
|
Term
|
Definition
own /oun/ 1- zamir kendi This is my own house. Bu kendi evim. 2- fiil sahip olmak He owns a big house. O büyük bir eve sahip. |
|
|
Term
|
Definition
owner /'ounı/ isim mal sahibi, sahip Who is the owner of this shop? Bu dükkânın sahibi kim? |
|
|
Term
|
Definition
p.m. /pi:'em/ zarf öğle 12 ile gece 12 arası, öğleden sonra,akşam I said 5 "p.m." not "a.m." Öğleden sonra 5 dedim sabah değil. |
|
|
Term
|
Definition
pack /pek/ fiil paketlemek Let’s pack the boxes and go. Kutuları paketleyip gidelim. |
|
|
Term
|
Definition
package /'pekic/ isim paket He is carrying heavy packages with him. Yanında ağır paketler taşıyor. |
|
|
Term
|
Definition
page /peyc/ isim sayfa Do the exercises on page 7. 7. sayfadaki alıştırmaları yapın. |
|
|
Term
|
Definition
pain /peyn/ isim ağrı, sızı He began to feel pain in his eyes. Gözlerinde acı duymaya başladı. |
|
|
Term
|
Definition
paint /peynt/ 1- isim boya The paint wasn't dry. Boya kuru değildi. 2- fiil boyamak I'm going to paint this room pink. Bu odayı pembeye boyayacağım. |
|
|
Term
|
Definition
painter /'peyntı/ isim ressam Most famous painters started painting when they were children. Çoğu ünlü ressam resim yapmaya çocukken başlamıştır. |
|
|
Term
|
Definition
painting /'peynting/ isim tablo He's got a lot of valuable paintings. Onun birçok değerli tablosu var. |
|
|
Term
|
Definition
pair /peı/ isim çift He bought a pair of shoes. Bir çift ayakkabı aldı. |
|
|
Term
|
Definition
palace /'pelıs/ isim saray Dolmabahçe Palace is at Beşiktaş. Dolmabahçe Sarayı Beşiktaş'tadır. |
|
|
Term
|
Definition
pale /peyl/ sıfat soluk Your face looks pale today. Bugün yüzün soluk görünüyor. |
|
|
Term
|
Definition
palm /pa:m/ isim palmiye Do you grow palm trees in your country? Ülkenizde palmiye ağaçları yetiştiriyor musunuz? |
|
|
Term
|
Definition
palmtop /'pa:mtop/ isim avuçiçi bilgisayar I've just bought a new palmtop. Yeni bir avuçiçi bilgisayar aldım. |
|
|
Term
|
Definition
pan /pen/ isim tava She put the fish in the pan. Balığı tavaya koydu. |
|
|
Term
|
Definition
panda /'pendı/ isim panda Pandas are gentle and lovely. Pandalar yumuşak ve sevimli olur. |
|
|
Term
|
Definition
pants /pents/ isim külot, don Where are my pants? Donum nerede? |
|
|
Term
|
Definition
paper /'peypı/ isim 1- kağıt He wrapped the cheese in paper. Peyniri kağıda sardı. 2- gazete Have you read the paper? Gazeteyi okudun mu? |
|
|
Term
|
Definition
parachute /'perışu:t/ isim paraşüt The pilot's parachute didn't open. Pilotun paraşütü açılmadı. |
|
|
Term
|
Definition
paragraph /'perıgra:f/ isim paragraf Our teacher asked us to write a paragraph about our holiday. Öğretmenimiz tatilimiz hakkında bir paragraf yazmamızı istedi. |
|
|
Term
|
Definition
parcel /'pa:sıl/ isim paket, koli What's in that parcel? O pakette ne var? |
|
|
Term
|
Definition
pardon /'pa:dın/ fiil bağışlamak, affetmek They pardoned some of the prisoners. Mahkumların bazılarını affettiler. |
|
|
Term
|
Definition
parent /'peırınt/ isim ana ya da baba, veli He has only one parent. Onun sadece bir velisi var. |
|
|
Term
|
Definition
parents /'peırınts/ isim anne ve baba My parents are living in Ankara. Annem babam Ankara'da oturuyor. |
|
|
Term
|
Definition
park /pa:k/ 1- isim park Shall we go to the park? Parka gidelim mi? 2- fiil park etmek You can park your car here. Arabanı buraya park edebilirsin. |
|
|
Term
|
Definition
parrot /'perıt/ isim papağan My parrot doesn't talk. Papağanım konuşmuyor. |
|
|
Term
|
Definition
parsley /'pa:sli/ isim maydanoz I like parsley in my salad. Salatamda maydanozdan hoşlanırım. |
|
|
Term
|
Definition
part /pa:t/ isim parça, bölüm The second part of the book is very dull. Kitabın ikinci bölümü çok sıkıcı. |
|
|
Term
|
Definition
participant /pa:'tisipınt/ isim katılımcı, iştirakçi How many participants were there at the conference? Konferansta kaç katılımcı vardı? |
|
|
Term
|
Definition
participate /pa:'tisipeyt/ fiil katılmak, iştirak etmek Thank you for participating in our campaign. Kampanyamıza katıldığınız için teşekkür ederim. |
|
|
Term
|
Definition
particular /pı'tikyulı/ sıfat özel, belirli He did something particular to be noticed. Fark edilmek için özel bir şey yaptı. |
|
|
Term
|
Definition
particularly /pı'tikyulıli/ zarf özellikle This task is particularly difficult. Bu görev özellikle zor. |
|
|
Term
|
Definition
partly /'pa:tli/ zarf kısmen The story is partly true. Hikâye kısmen doğru. |
|
|
Term
|
Definition
partner /'pa:tnı/ isim ortak My partner is good at singing. Ortağım şarkı söylemekte iyidir. |
|
|
Term
|
Definition
part-time /pa:t'taym/ sıfat yarım günlük, parttaymSally is looking for a part-time job. Sally parttaym bir iş arıyor. |
|
|
Term
|
Definition
party /'pa:ti/ isim parti There were 20 people at Ali's birthday party. Ali'nin doğum günü partisinde 20 kişi vardı. |
|
|
Term
|
Definition
pass /pa:s/ fiil 1- geçmek The car passed the bus. Araba otobüsü geçti. 2- uzatmak Pass me that book. Bana şu kitabı uzat. |
|
|
Term
|
Definition
passage /'pesic/ isim paragraf, parça What have you learned from this passage? Bu parçadan ne öğrendiniz? |
|
|
Term
|
Definition
passenger /'pesincı/ isim yolcu There were only 5 passengers on the bus. Otobüste sadece 5 yolcu vardı. |
|
|
Term
|
Definition
passport /'pa:spo:t/ isim pasaport Where is your passport? Pasaportunuz nerede? |
|
|
Term
|
Definition
past /pa:st/ zarf geçmiş, geçen We walked past a river. Nehrin önünden geçip yürüdük. |
|
|
Term
|
Definition
pastry /'peystri/ isim hamur işi Turkish people love pastry. Türk halkı hamur işine bayılır. |
|
|
Term
|
Definition
path /pa:t/ isim patika, keçiyolu There is a path to the building. Binaya giden bir patika var. |
|
|
Term
|
Definition
patient /'peyşınt/ 1- isim hasta All the patients were complaining. Bütün hastalar şikayet ediyorlardı. 2- sıfat sabırlı Please be patient. Lütfen sabırlı ol. |
|
|
Term
|
Definition
pattern /'petın/ isim kalıp, desen, süs The pattern of the cloth is very beautiful. Elbisenin deseni çok güzel. |
|
|
Term
|
Definition
pavement /'peyvmınt/ isim kaldırım Walk on the pavement, not on the road. Kaldırımda yürü, yolda değil. |
|
|
Term
|
Definition
pay /pey/ fiil paid /peyd/ para vermek, ödemek How much did you pay for the tickets? Biletlere kaç para verdin? |
|
|
Term
|
Definition
payment /'peymınt/ isim ödeme They got their payment in cash. Ödemelerini nakit olarak aldılar. |
|
|
Term
|
Definition
peace /pi:s/ isim barış We want to live in peace. Barış içinde yaşamak istiyoruz. |
|
|
Term
|
Definition
peach /pi:ç/ isim şeftali She bought a kilo of peaches. Bir kilo şeftali aldı. |
|
|
Term
|
Definition
peanut /'pi:nat/ isim amerikanfıstığı, yerfıstığı My parrot loves peanuts. Papağanım yerfıstığını sever. |
|
|
Term
|
Definition
pear /peı/ isim armut The pear wasn't ripe. Armut olgun değildi. |
|
|
Term
|
Definition
pen /pen/ isim kalem (mürekkepli)Can you give me a pen? Bana bir kalem verebilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
penalty /'penılti/ isim 1- penaltıHe missed the penalty. Penaltıyı kaçırdı.2- ceza We don’t have death penalty in Turkey. Türkiye’de ölüm cezası yoktur. |
|
|
Term
|
Definition
pencil /'pensıl/ isim kurşunkalem Have you got another pencil? Başka kurşunkalemin var mı? |
|
|
Term
|
Definition
penguin /'pengwin/ isim penguen Penguins like cold weather. Penguenler soğuk havayı severler. |
|
|
Term
|
Definition
penny /'peni/ isim (çoğulu pennies ya da pence /pens/) peni It's not worth a penny. Bir peni bile etmez. |
|
|
Term
|
Definition
pension /'penşın/ isim emekli aylığı He receives pension from the government. Hükümetten emekli maaşı alıyor. |
|
|
Term
|
Definition
people /'pi:pıl/ isim halk, insanlar How many people are there on the bus? Otobüste kaç kişi var? |
|
|
Term
|
Definition
pepper /'pepı/ isim biber The pepper was very hot. Biber çok acıydı. |
|
|
Term
|
Definition
per /pı, pö:/ edat her biri için, başına He drove at 60 miles per hour. Saatte 60 mil hızla sürdü. |
|
|
Term
|
Definition
percent /pı'sent/ zarf yüzde Ten percent of the students are from poor families. Öğrencilerin yüzde onu yoksul ailelerden. |
|
|
Term
|
Definition
percentage /pı'sentic/ isim yüzdelik, yüzde oranı What is the percentage of internet users in Turkey? Türkiye’de internet kullanıcılarının yüzde oranı ne? |
|
|
Term
|
Definition
perfect /'pö:fikt/ sıfat mükemmel, tam, kusursuz The music is perfect for the movie. Müzik, film için mükemmel. |
|
|
Term
|
Definition
perfectly /'pö:fiktli/ zarf mükemmel bir şekilde, kusursuzca She drives perfectly. O mükemmel araba kullanır. |
|
|
Term
|
Definition
perfume /'pö:fyu:m/ isim parfüm I never wear perfume. Ben hiç parfüm kullanmam. |
|
|
Term
|
Definition
perhaps /pı'heps/ zarf belkiPerhaps he is at home. Belki evdedir. |
|
|
Term
|
Definition
period /'piıriıd/ isim dönem He had a hard period of time after her father's death. Babasının ölümünden sonra zor bir dönem geçirdi. |
|
|
Term
|
Definition
permanent /'pö:mınınt/ sıfat sürekli, kalıcı I believe in permanent friendship. Kalıcı dostluğa inanıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
permit /'pö:mit/ fiil izin vermek Smoking is not permitted here. Burada sigara içmeye izin verilmez. |
|
|
Term
|
Definition
person /'pö:sın/ isim kişi; insan, kimse I don't know that person. O kimseyi tanımıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
personal /'pö:sınıl/ sıfat kişisel, şahsi It is a personal matter. O kişisel bir meseledir. |
|
|
Term
|
Definition
personally /'pö:sınıli/ zarf şahsen Personally, I think this is a risky project. Şahsen bunun riskli bir proje olduğunu düşünüyorum. |
|
|
Term
|
Definition
petrol /petrıl/ isim benzin We need to get some petrol. Benzin almalıyız. |
|
|
Term
|
Definition
pharmacy /'fa:mısi/ isim eczane Is there a pharmacy near the hospital? Hastaneye yakın bir eczane var mı? |
|
|
Term
|
Definition
phone /foun/ 1- isim telefon Is there a phone near here? Buraya yakın bir telefon var mı? 2- fiil telefon etmek Can you phone me at 5 p.m.? Saat 5'te bana telefon edebilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
phonecard /'founka:d/ isim telefon kartı Can I use your phonecard? Senin telefon kartını kullanabilir miyim? |
|
|
Term
|
Definition
photograph /'foutıgra:f/ isim fotoğraf, resim I like this photograph of my sister. Kız kardeşimin bu resmini seviyorum. |
|
|
Term
|
Definition
photographer /fı'togrıfı/ isim fotoğrafçı He is a very talented photographer. O çok yetenekli bir fotoğrafçı. |
|
|
Term
|
Definition
piano /pi'enou/ isim piyano Piano is an expensive instrument. Piyano pahalı bir çalgıdır. |
|
|
Term
|
Definition
pick /pik/ fiil toplamak, koparmak He picked some flowers for his mother. Annesi için birkaç çiçek topladı. |
|
|
Term
|
Definition
picnic /'piknik/ isim piknik Last week we had a picnic in the country. Geçen hafta kırda bir piknik yaptık. |
|
|
Term
|
Definition
picture /'pikçı/ isim resim There were 10 pictures on the wall. Duvarda 10 resim vardı. |
|
|
Term
|
Definition
pie /pay/ isim börek Do you want some pie? Biraz börek ister misin? |
|
|
Term
|
Definition
piece /pi:s/ isim parça Have a piece of cake. Bir parça pasta ye. |
|
|
Term
|
Definition
pig /pig/ isim domuz Pigs are dirty animals. Domuzlar pis hayvanlar. |
|
|
Term
|
Definition
pigeon /'picın/ isim güvercin The white pigeon flew high. Beyaz güvercin yükseğe uçtu. |
|
|
Term
|
Definition
pill /pil/ isim hap Take these pills and lie down. Bu hapları al ve uzan. |
|
|
Term
|
Definition
pillow /'pilou/ isim yastık The pillow is on the bed. Yastık yatağın üstünde. |
|
|
Term
|
Definition
pilot /'paylıt/ isim pilot The pilot of the plane is Turkish. Uçağın pilotu Türk. |
|
|
Term
|
Definition
pin /pin/ isim topluiğne Do you have any pins? Topluiğnen var mı? |
|
|
Term
|
Definition
pincers /'pinsız/ isim kerpeten The carpenter pulled the nail out with some pincers. Marangoz bir kerpetenle çiviyi çekip çıkardı. |
|
|
Term
|
Definition
ping-pong /'pingpon/ isim pinpon, masa tenisiLet’s play ping-pong! Hadi masa tenisi oynayalım! |
|
|
Term
|
Definition
pipe /payp/ isim 1- boru The water pipes froze last winter. Geçen kış su boruları dondu. 2- pipo My uncle smokes a pipe. Amcam pipo içer. |
|
|
Term
|
Definition
pirate /'payırıt/ isim korsan Pirates killed the captain. Korsanlar kaptanı öldürdü. |
|
|
Term
|
Definition
pistol /'pistıl/ isim tabanca The policeman brought the pistol. Polis tabancayı getirdi. |
|
|
Term
|
Definition
place /pleys/ isim yer I need a place to stay. Kalacak bir yere ihtiyacım var. |
|
|
Term
|
Definition
plain /pleyn/ sıfat 1- düz, açık Give me a plain answer please. Lütfen bana açık bir cevap ver. 2- yalın, sade, süssüz He wears plain clothes. O sade giysiler giyer. |
|
|
Term
|
Definition
plan /plen/ 1- isim plan Have you got a plan of the house? Evin bir planı var mı? 2- fiil planlamak, düşünmekI’m planning to buy a boat. Bir tekne almayı düşünüyorum. |
|
|
Term
|
Definition
plane /pleyn/ isim uçak This plane flies to Copenhagen. Bu uçak Kopenhag'a uçar. |
|
|
Term
|
Definition
planet /'plenit/ isim gezegen Earth is a planet. Dünya bir gezegendir. |
|
|
Term
|
Definition
plant /pla:nt/ isim bitki The plants need water. Bitkilerin suya ihtiyacı var. |
|
|
Term
|
Definition
plate /pleyt/ isim tabak Put the plates on the table. Tabakları masanın üstüne koy. |
|
|
Term
|
Definition
platform /'pletfo:m/ isim peron The people waited on the platform for the train. İnsanlar peronda treni beklediler. |
|
|
Term
|
Definition
play /pley/ 1- fiil oynamak Do you play football? Futbol oynar mısın? 2- fiil (çalgı) çalmak Can you play the piano? Piyano çalabilir misin? 3- isim (tiyatroda) oyun They watched the play "Othello". "Othello" oyununu seyrettiler. |
|
|
Term
|
Definition
player /'pleyı/ isim oyuncu They have two great players in their team. Takımlarında iki büyük oyuncuları var. |
|
|
Term
|
Definition
pleasant /'plezınt/ sıfat hoş, tatlı, sevimli, cana yakın What a pleasant surprise! Ne hoş bir sürpriz! |
|
|
Term
|
Definition
please /'pli:z/ ünlem lütfen Will you please open the window? Lütfen pencereyi açar mısın? |
|
|
Term
|
Definition
pleased /pli:zd/ sıfat memnun, hoşnut Are you pleased with your job? İşinden memnun musun? |
|
|
Term
|
Definition
pleasure /'plejı/ isim zevk Singing brings much pleasure. Şarkı söylemek çok zevk verir. |
|
|
Term
|
Definition
plenty /'plenti/ isim plenty of, (pek) çok, bol There is plenty of food for everyone. Herkes için bol yiyecek var. |
|
|
Term
|
Definition
plug /plag/ isim 1- elektrik fişi The plug isn't working. Elektrik fişi çalışmıyor. 2- tapa, tıkaç Pull the plug out of the bath. Tıkacı küvetten çek çıkar. |
|
|
Term
|
Definition
plum /plam/ isim erik Would you like some plums? Erik ister misin? |
|
|
Term
|
Definition
plumber /'plamı/ isim su tesisatçısı, muslukçu We have to call a plumber. Bir muslukçu çağırmalıyız. |
|
|
Term
|
Definition
plural /'pluırıl/ isim çoğul "Children" is the plural of "child." "Children" "child"ın çoğuludur. |
|
|
Term
|
Definition
plus /plas/ edat artı One plus two is three. İki artı bir üç eder. |
|
|
Term
|
Definition
pocket /'pokit/ isim cep Put your keys in your pocket. Anahtarlarını cebine koy. |
|
|
Term
|
Definition
poem /'pouim/ isim şiir The poet wrote many beautiful poems. Şair birçok güzel şiirler yazdı. |
|
|
Term
|
Definition
poet /'pouit/ isim şair, ozan Wordsworth is a famous English poet. Wordsworth ünlü bir İngiliz şairidir. |
|
|
Term
|
Definition
point /poynt/ 1- isim puan They won the game by 98 points to 96. 96'ya 98 puanla oyunu kazandılar. 2- isim uç The point of this knife is very sharp. Bu bıçağın ucu çok keskin. 3- fiil işaret etmek, göstermek He pointed at me and said I was the thief. Beni gösterdi ve hırsızın ben olduğumu söyledi. |
|
|
Term
|
Definition
poison /'poyzın/ 1- isim zehir, ağı There is some poison in one of the glasses. Bardakların birinde biraz zehir var. 2- fiil zehirlemek They poisoned him. Onu zehirlediler. |
|
|
Term
|
Definition
poisonous /'poyzınıs/ sıfat zehirli Some snakes are poisonous. Bazı yılanlar zehirlidir. |
|
|
Term
|
Definition
pole /poul/ isim kutup Where is the North Pole? Kuzey Kutbu nerede? |
|
|
Term
|
Definition
police /pı'li:s/ isim polis, polisler The police are looking for the bank robbers. Polis banka soyguncularını arıyor. |
|
|
Term
|
Definition
policeman /pı'li:smın/ isim polis (memuru) The policeman aimed his gun at the robber. Polis silahını soyguncuya doğrulttu. |
|
|
Term
|
Definition
policewoman /pı'li:swumın/ isim (çoğulu policewomen /pı'li:swimin/) kadın polis The policewoman caught the burglar. Kadın polis soyguncuyu yakaladı. |
|
|
Term
|
Definition
policy /'polisi/ isim politika, izlenen yol What is your policy for foreign visitors? Yabancı ziyaretçiler için politikanız nedir? |
|
|
Term
|
Definition
polite /pı'layt/ sıfat kibar, nazik You should always be polite to people. İnsanlara karşı hep nazik olmalısın. |
|
|
Term
|
Definition
political /pı'litikıl/ sıfat siyasal There are two main political parties in this country. Bu ülkede başlıca iki siyasi parti var. |
|
|
Term
|
Definition
politician /poli'tişın/ isim politikacı I don’t believe politicians. Politikacılara inanmıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
politics /'politiks/ isim siyaset, politika He was interested in politics. Politika ile ilgileniyordu. |
|
|
Term
|
Definition
poll /poul/ isim oylama, oy verme The poll shows that we are right. Oylama haklı olduğumuzu gösteriyor. |
|
|
Term
|
Definition
pollution /pı'lu:şın/ isim kirlilik There is too much pollution in this city. Bu şehirde çok kirlilik var. |
|
|
Term
|
Definition
pool /pu:l/ isim 1- su birikintisi; havuz I don't like swimming in the pool. Havuzda yüzmeyi sevmem. 2- bilardo Let’s play pool. Hadi bilardo oynayalım. |
|
|
Term
|
Definition
poor /puı/ sıfat yoksul There are many poor people in Istanbul. İstanbul'da birçok yoksul insan var. |
|
|
Term
|
Definition
pop /pop/ isim pop I like pop music. Pop müziğini severim. |
|
|
Term
|
Definition
popcorn /'popko:n/ isim patlamış mısır My grandmother makes beautiful popcorn. Büyükannem güzel patlamış mısır yapar. |
|
|
Term
|
Definition
popular /'popyulı/ sıfat popüler, sevilen, gözde English and American music is popular almost everywhere. İngiliz ve Amerikan müziği hemen hemen her yerde popüler. |
|
|
Term
|
Definition
population /popyu'leyşın/ isim nüfus What's the population of Turkey? Türkiye'nin nüfusu kaç? |
|
|
Term
|
Definition
pork /po:k/ isim domuz eti I don’t eat pork. Ben domuz eti yemem. |
|
|
Term
|
Definition
port /po:t/ isim liman The ship left the port. Gemi limanı terketti. |
|
|
Term
|
Definition
porter /'po:tı/ isim hamal The hotel porter carried my suitcases. Otelin hamalı bavullarımı taşıdı. |
|
|
Term
|
Definition
position /pı'zişın/ isim durum; mevki, konum He slept in a very uncomfortable position. Çok rahatsız bir durumda uyudu. |
|
|
Term
|
Definition
possess /pı'zes/ fiil sahip olmak She possesses a lot of land. O çok araziye sahip. |
|
|
Term
|
Definition
possibility /posi'biliti/ isim imkân, olanak, olasılık Their possibility of winning the game is very slim. Kazanma olasılıkları çok zayıf. |
|
|
Term
|
Definition
possible /'posibıl/ sıfat mümkün, olanaklı Is it possible for you to come? Gelmen mümkün mü? 2- muhtemel, olabilir It's possible he missed the bus. Otobüsü kaçırmış olabilir. |
|
|
Term
|
Definition
possibly /'posibli/ zarf belki If it stops raining, possibly your mom will let you go out and play. Yağmur dinerse belki annen dışarı çıkıp oynamana izin verir. |
|
|
Term
|
Definition
post /poust/ 1- fiil postalamak Post these letters as soon as possible. Bu mektupları mümkün olduğunca çabuk postala.2- isim posta Where's the nearest post box? En yakın posta kutusu nerede? |
|
|
Term
|
Definition
post office /'poust ofis/ isim postane She went to the post office at 10. Saat 10'da postaneye gitti. |
|
|
Term
|
Definition
postcard /'poustka:d/ isim kartpostal She's sent two postcards since she went. Gittiğinden beri iki kartpostal gönderdi. |
|
|
Term
|
Definition
poster /'poustı/ isim poster, afiş There is a poster on the wall. Duvarda bir poster var. |
|
|
Term
|
Definition
postman /'poustmın/ isim (çoğulu postmen /'poustmın/) postacı Look! The postman is coming! Bak! Postacı geliyor! |
|
|
Term
|
Definition
pot /pot/ isim çömlek, kap They sell old pots in this shop. Bu dükkânda eski çömlekler satıyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
potato /pı'teytou/ isim patates How much is a kilo of potatoes? Bir kilo patates kaç para? |
|
|
Term
|
Definition
potential /pı'tenşıl/ sıfat potansiyel, gizli kalmış, henüz varlığı ortaya çıkmamış There was potential danger for him. Onun için gizli bir tehlike vardı. |
|
|
Term
|
Definition
pound /paund/ isim paunt, sterlin (İngiliz para birimi)I paid 20 pounds for these shoes. Bu ayakkabılara 20 paunt ödedim. |
|
|
Term
|
Definition
pour /po:/ fiil dökmek She poured a bucket of water over me. Üzerime bir kova su döktü. |
|
|
Term
|
Definition
powder /'paudı/ isim pudra Can you buy some powder for the baby? Bebek için biraz pudra alabilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
power /'pauı/ isim güç, kuvvet They are building a nuclear power station. Bir nükleer güç istasyonu kuruyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
powerful /'pauıfıl/ sıfat güçlü The government is very powerful. Hükümet çok güçlü. |
|
|
Term
|
Definition
practical /'prektikıl/ sıfat pratik, kullanışlı This bag is very practical. Bu çanta çok kullanışlı. |
|
|
Term
|
Definition
practice /'prektis/ isim pratik, idman, alıştırma He has gone to football practice. Futbol idmanına gitti. |
|
|
Term
|
Definition
practise /'prektis/ fiil pratik yapmak, antrenman yapmakHe is practising his English. İngilizce pratiği yapıyor. |
|
|
Term
|
Definition
praise /preyz/ fiil övmek Everybody praised the leader. Herkes lideri övdü. |
|
|
Term
|
Definition
pram /prem/ isim çocuk arabası Don’t push the pram too fast. Çocuk arabasını çok hızlı itme. |
|
|
Term
|
Definition
pray /prey/ fiil dua etmek, yakarmak David went to church to pray. David dua etmek için kiliseye gitti. |
|
|
Term
|
Definition
prayer /'preyı/ isim dua Say your last prayers! Son duanı et! |
|
|
Term
|
Definition
precise /pri'says/ sıfat tam, doğru, kesin What is the precise number of the students? Öğrencilerin tam sayısı kaç? |
|
|
Term
|
Definition
predict /pri'dikt/ fiil önceden bildirmek, tahmin etmek, kehanette bulunmak He predicted the earthquake. Depremi tahmin etti. |
|
|
Term
|
Definition
prefer /pri'fö:/ fiil tercih etmek, yeğlemek I prefer basketball to football. Basketbolu futbola tercih ederim. |
|
|
Term
|
Definition
preference /'prefırıns/ isim tercih You know my preference. Tercihimi biliyorsun. |
|
|
Term
|
Definition
pregnant /'pregnınt/ sıfat gebe, hamile Is she pregnant? O hamile mi? |
|
|
Term
|
Definition
prepare /pri'peı/ fiil hazırlamak; hazırlanmak He prepared breakfast for his wife. Karısı için kahvaltı hazırladı. |
|
|
Term
|
Definition
preposition /prepı'zişın/ isim edat, ilgeç There are a lot of prepositions in English. İngilizcede çok edat var. |
|
|
Term
|
Definition
present /'prezınt/ 1- isim hediye, armağan She gave him a lighter as a present. Ona hediye olarak bir çakmak verdi. 2-sıfat mevcut, var, burada Ali is not present at the moment. Ali şu anda burada değil. |
|
|
Term
|
Definition
president /'prezidınt/ isim başkan Who was the first president of U.S.A.? A.B.D.'nin ilk başkanı kimdi? |
|
|
Term
|
Definition
press /pres/ 1- fiil basmak, sıkıştırmakThe little boy pressed the button hard. Küçük oğlan düğmeye sıkıca bastı.2- isim baskı The book is in press. Kitap baskıda. |
|
|
Term
|
Definition
pressure /'preşı/ isim basınç It will break under the pressure of the water. Suyun basıncı altında kırılacak. |
|
|
Term
|
Definition
presume /pri'zyu:m/ fiil saymak, varsaymak, farz etmek I presume they are coming to the party. Partiye geleceklerini varsayıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
pretend /pri'tend/ fiil -miş gibi yapmak, numara yapmak We pretended to sleep when she came. O gelince uyuyormuş gibi yaptık. |
|
|
Term
|
Definition
pretty /'priti/ sıfat hoş, güzel She has a pretty face. Güzel bir yüzü var. |
|
|
Term
|
Definition
prevent /pri'vent/ fiil önlemek, engellemek Being clean prevents many diseases. Temiz olmak birçok hastalığı önler. |
|
|
Term
|
Definition
previous /'pri:viıs/ sıfat önceki She talked about you in her previous speech. Önceki konuşmasında senden söz etti. |
|
|
Term
|
Definition
previously /'pri:viısli/ zarf önceden Previously he was the manager of a computer shop. Önceden bir bilgisayar mağazasının yöneticisiydi. |
|
|
Term
|
Definition
price /prays/ isim fiyat, eder What is the price of this watch? Bu saatin fiyatı nedir? |
|
|
Term
|
Definition
pride /prayd/ isim gurur You hurt my pride. Gururumu incittin. |
|
|
Term
|
Definition
priest /pri:st/ isim papaz, rahip The priest walked into the church. Rahip kilisenin içine yürüdü. |
|
|
Term
|
Definition
primary /'praymıri/ sıfat ilk, birinci, en önemli, ana What is the primary task of students? Öğrencilerin en önemli görevi nedir? |
|
|
Term
|
Definition
primary school /praymıri 'sku:l/ isim ilkokul He started primary school last year. İlkokula geçen yıl başladı. |
|
|
Term
|
Definition
prime /praym/ sıfat ilk, baş, başlıca, en önemli Our prime concern is maintaining peace in the town. Bizim ana kaygımız şehirde huzuru sağlamaktır. |
|
|
Term
|
Definition
prince /prins/ isim prens The prince woke the princess up with a kiss. Prens bir öpücükle prensesi uyandırdı. |
|
|
Term
|
Definition
princess /prin'ses/ isim prenses The princess was sleeping. Prenses uyuyordu. |
|
|
Term
|
Definition
principle /'prinsipıl/ isim ilke He follows his own principle strictly. Kendi ilkesini sımsıkı izler. |
|
|
Term
|
Definition
print /print/ fiil basmak, yayımlamak They are going to print my book next month. Kitabımı gelecek ay basacaklar. |
|
|
Term
|
Definition
priority /pray'oriti/ isim öncelik, üstünlük Priority is for children when crossing the street. Caddeyi geçerken öncelik çocuklarındır. |
|
|
Term
|
Definition
prison /'prizın/ isim hapishane, cezaevi He's been in prison for years. O yıldır hapishanede. |
|
|
Term
|
Definition
prisoner /'priznı/ isim tutuklu, mahpus; tutsak The prisoners escaped from prison. Tutuklular cezaevinden kaçtı. |
|
|
Term
|
Definition
private /'prayvit/ sıfat özel She went to a private school. O özel bir okula gitti. |
|
|
Term
|
Definition
prize /prayz/ isim ödül She won a book as a prize. Ödül olarak bir kitap kazandı. |
|
|
Term
|
Definition
probably /'probıbli/ zarf muhtemelen This team will probably win. Bu takım muhtemelen kazanacak. |
|
|
Term
|
Definition
problem /'problım/ isim sorun; problem What is your problem? Sorunun nedir? |
|
|
Term
|
Definition
produce /prı'dyu:s/ fiil üretmek, yapmak What do you produce in your factory? Fabrikanızda ne üretiyorsunuz? |
|
|
Term
|
Definition
product /'prodakt/ isim ürün They are proud of their products. Ürünleriyle gurur duyuyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
production /prı'dakşın/ isim üretim Our production has fallen during the crisis. Kriz sırasında üretimimiz düştü. |
|
|
Term
|
Definition
profession /prı'feşın/ isim iş, meslek, uğraş You need to be very careful in this profession. Bu meslekte çok dikkatli olmalısın. |
|
|
Term
|
Definition
professional /prı'feşınıl/ isim, sıfat profesyonel He is a professional basketball player. O profesyonel bir basketbol oyuncusudur. |
|
|
Term
|
Definition
profit /'profit/ isim kâr, kazanç He made 75 % profit this year. O bu yıl % 75 kâr yaptı. |
|
|
Term
|
Definition
programme /'prougrem/ isim program This language programme takes 6 months. Bu dil programı 6 ay alır. |
|
|
Term
|
Definition
progress /'prougres/ isim ilerleme She is making progress little by little. Yavaş yavaş ilerleme kaydediyor. |
|
|
Term
|
Definition
project /'procekt/ isim proje, tasarı He is working hard on his project. Projesi üzerinde sıkı çalışıyor. |
|
|
Term
|
Definition
promise /'promis/ 1- fiil söz vermek Promise me you won't tell anyone. Kimseye söylemeyeceğine bana söz ver. 2- isim söz, vaat She always keeps her promises. O her zaman sözlerini tutar. |
|
|
Term
|
Definition
promote /prı'mout/ fiil terfi ettirmek He works hard to get promoted. Terfi olmak için çok çalışıyor. |
|
|
Term
|
Definition
promotion /prı'mouşın/ isim 1- yükselme, terfi He got a promotion after three years. Üç yıl sonra terfi etti. 2- tanıtım They are having a promotion sale this weekend. Bu hafta sonu tanıtım satışı yapıyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
pronounce /prı'nauns/ fiil telaffuz etmek She pronounced every word correctly. Her sözcüğü doğru telaffuz etti. |
|
|
Term
|
Definition
pronunciation /prınansi'eyşın/ isim telaffuz Listening improves your pronunciation. Dinleme telaffuzunuzu geliştirir. |
|
|
Term
|
Definition
proof /pru:f/ isim kanıt, delil We have no proof that he stole the money. Parayı onun çaldığına dair hiçbir kanıtımız yok. |
|
|
Term
|
Definition
properly /'propıli/ zarf doğru dürüst, gerektiği gibi He did everything properly. Her şeyi gerektiği gibi yaptı. |
|
|
Term
|
Definition
property /'propıti/ isim mal, mülk, arazi, emlak She owns a large property. Onun büyük bir arazisi var. |
|
|
Term
|
Definition
proposal /prı'pouzıl/ isim öneri What is your proposal for this project? Bu proje için senin önerin nedir? |
|
|
Term
|
Definition
propose /prı'pouz/ fiil önermek; evlenme teklif etmek What do you propose to do now? Şimdi ne yapmayı öneriyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
protect /prı'tekt/ fiil korumak The police came to protect the villagers. Köylüleri korumak için polisler geldi. |
|
|
Term
|
Definition
protection /prı'tekşın/ isim koruma The baby birds lived safely under their parents' protection. Yavru kuşlar anne babalarının koruması altında emniyetle yaşadılar. |
|
|
Term
|
Definition
protest /prı'test/ fiil itiraz etmek, karşı çıkmak They protested against the new policy. Yeni politikaya karşı çıktılar. |
|
|
Term
|
Definition
proud /praud/ sıfat gururlu My parents are proud of me. Ailem benimle gurur duyuyor. |
|
|
Term
|
Definition
prove /pru:v/ fiil ispat etmek, kanıtlamak Who can prove the truth of the story? Hikâyenin doğruluğunu kim kanıtlayabilir? |
|
|
Term
|
Definition
proverb /'provö:b/ isim atasözü "He laughs best who laughs last." is an English proverb. "Son gülen iyi güler" bir İngiliz atasözüdür. |
|
|
Term
|
Definition
provide /prı'vayd/ fiil temin etmek, sağlamak, vermek They provided food and water for the poor. Yoksullara gıda ve su verdiler. |
|
|
Term
|
Definition
provided /prı'vaydid/ bağlaç -mek şartıyla, yeter ki You can come with us, provided you pay for your own fare. Kendi yol paranı ödemen şartıyla bizimle gelebilirsin. |
|
|
Term
|
Definition
provisions /prı'vijıns/ isim erzak, azık, kumanya Do we have enough provisions for the journey? Seyahat için yeterli erzağımız var mı? |
|
|
Term
|
Definition
pub /pab/ isim birahane Kids are not allowed to drink in the pub. Çocukların birahanede içmelerine izin yoktur. |
|
|
Term
|
Definition
public /'pablik/ sıfat halka ait, genel, kamu, umumi We are not allowed to smoke in public places. Umumi yerlerde sigara içmemiz yasaktır. |
|
|
Term
|
Definition
publish /'pabliş/ fiil yayımlamak When was the article published? Makale ne zaman yayımlandı? |
|
|
Term
|
Definition
pudding /'puding/ isim puding, muhallebi Have you got chocolate pudding? Çikolatalı puding var mı? |
|
|
Term
|
Definition
pull /pul/ fiil çekmek She pulled my hair. Saçımı çekti. |
|
|
Term
|
Definition
pullover /'pulouvı/ isim kazak Put on your pullover. It's cold. Kazağını giy. Hava soğuk. |
|
|
Term
|
Definition
pump /pamp/ isim pompa Have you got a bicycle pump? Bisiklet pompan var mı? |
|
|
Term
|
Definition
pumpkin /'pampkin/ isim kabak The pumpkin was enormous. Kabak kocamandı. |
|
|
Term
|
Definition
punch /panç/ isim 1- zımba Where is the paper punch? Kâğıt zımbası nerede? 2- yumruk He gave me a punch on the nose. Burnuma yumruk attı. |
|
|
Term
|
Definition
punctuation /pankçu'eyşın/ isim noktalama Roger's punctuation is very bad. Roger'ın noktalaması çok kötü. |
|
|
Term
|
Definition
puncture /'pankçı/ isim patlak My tyre has a puncture. Lastiğimde patlak var. |
|
|
Term
|
Definition
punish /'paniş/ fiil cezalandırmak You must punish him. He broke my window. Onu cezalandırmalısın. Camımı kırdı. |
|
|
Term
|
Definition
punishment /'panişmınt/ isim ceza His punishment was to go to prison. Cezası hapishaneye girmekti. |
|
|
Term
|
Definition
pupil /'pyu:pil/ isim öğrenci She is kind to her pupils. Öğrencilerine karşı naziktir. |
|
|
Term
|
Definition
puppet /'papit/ isim kukla He enjoys watching puppet shows. Kukla gösterisi izlemeyi sever. |
|
|
Term
|
Definition
puppy /'papi/ isim köpek yavrusu Let’s feed the puppy. Köpek yavrusunu besleyelim. |
|
|
Term
|
Definition
purchase /'pö:çis/ fiil satın almak They purchased a new house. Yeni bir ev satın aldılar. |
|
|
Term
|
Definition
pure /pyuı/ sıfat katıksız, arı, saf Is this water pure? Bu su saf mı? |
|
|
Term
|
Definition
purple /'pö:pıl/ sıfat mor She wore a purple dress. Mor bir elbise giydi. |
|
|
Term
|
Definition
purpose /'pö:pıs/ isim maksat, amaç What is your purpose in doing this? Bunu yapmaktaki amacın nedir? |
|
|
Term
|
Definition
purse /pö:s/ isim (hanım) para çantası There's no money in my purse. Para çantamda hiç para yok. |
|
|
Term
|
Definition
push /puş/ fiil itmek; bastırmak They pushed the table. Masayı ittiler. |
|
|
Term
|
Definition
put /put/ fiil put /put/ koymak Put the flowers in a vase. Çiçekleri bir vazoya koy. |
|
|
Term
|
Definition
puzzle /'pazıl/ isim bilmece, bulmaca Do you enjoy puzzles? Bilmecelerden hoşlanır mısın? |
|
|
Term
|
Definition
pyjamas /pı'ca:mız/ isim pijama He put on his pyjamas and went to bed. Pijamalarını giydi ve yattı. |
|
|
Term
|
Definition
pyramid /'pirımid/ isim piramit I want to see the pyramids in Egypt. Mısır'daki piramitleri görmek istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
quality /'kwoliti/ isim kalite, nitelik; özellik These computers are very good quality. Bu bilgisayarlar çok iyi kalitedir. |
|
|
Term
|
Definition
quantity /'kwontiti/ isim nicelik, miktar Quality is more important than quantity. Nitelik nicelikten daha önemlidir. |
|
|
Term
|
Definition
quarrel /'kworıl/ 1- isim kavga, atışma, çekişme What's their quarrel about? Onların çekişmesi ne hakkında? 2- fiil kavga etmek, atışmak Don't quarrel with your parents. Annen babanla kavga etme. |
|
|
Term
|
Definition
quarter /'kwo:tı/ isim çeyrek It's a quarter past nine. Saat dokuzu çeyrek geçiyor. |
|
|
Term
|
Definition
queen /kwi:n/ isim kraliçe "God save the queen!" they shouted. "Tanrı kraliçeyi korusun!," diye bağırdılar. |
|
|
Term
|
Definition
question /'kwesçın/ isim soru I couldn't answer most of the questions. Soruların çoğunu cevaplayamadım. |
|
|
Term
|
Definition
queue /kyu:/ isim kuyruk, sıra There were a lot of people in the bus queue. Otobüs kuyruğunda çok insan vardı. |
|
|
Term
|
Definition
quick /kwik/ sıfat çabuk, hızlı Please be quick. I'm in a hurry. Lütfen çabuk ol. Acelem var. |
|
|
Term
|
Definition
quickly /'kwikli/ zarf çabuk çabuk, hızlı He talks very quickly. I can't understand. Çok hızlı konuşuyor. Anlayamıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
quiet /'kwayıt/ sıfat sakin, sessiz Please be quiet. Lütfen sessiz ol. |
|
|
Term
|
Definition
quite /kwayt/ zarf 1- az çok, oldukça He's quite good at tennis. Teniste oldukça iyi. 2- tümüyle, büsbütün, tamamen You're quite right. Tamamen haklısın. |
|
|
Term
|
Definition
quiz /kwiz/ isim bilgi yarışması; kısa sınav Who won the quiz? Bilgi yarışmasını kim kazandı? |
|
|
Term
|
Definition
rabbit /'rebit/ isim tavşanI used to have a rabbit. Bir tavşanım vardı. |
|
|
Term
|
Definition
rabies /'reybi:z/ isim kuduz The dog bit him and he died of rabies. Köpek onu ısırdı ve o kuduzdan öldü. |
|
|
Term
|
Definition
race /reys/ isim yarış Which horse won the race? Hangi at yarışı kazandı? 2- isim ırk We have workers of every race. Her ırktan işçilerimiz var. |
|
|
Term
|
Definition
radar /'reyda:/ isim radar This plane has a good radar system. Bu uçağın iyi bir radar sistemi var. |
|
|
Term
|
Definition
radiator /'reydieytı/ isim radyatör Turn on the radiator. It's cold. Radyatörü aç. Soğuk. |
|
|
Term
|
Definition
radio /'reydiou/ isim radyo Turn on the radio. I want to hear the news. Radyoyu aç. Haberleri dinlemek istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
radish /'rediş/ isim turp She washed the radishes and cut them. Turpları yıkadı ve kesti. |
|
|
Term
|
Definition
railway /'reylwey/ isim demiryolu This railway goes to Gaziantep. Bu demiryolu Gaziantep'e gider. |
|
|
Term
|
Definition
rain /reyn/ 1- fiil yağmur yağmak Take an umbrella. It's raining. Bir şemsiye al. Yağmur yağıyor. 2- isim yağmur The rain hasn't stopped for a week. Yağmur bir haftadır dinmedi. |
|
|
Term
|
Definition
rainbow /'reynbou/ isim gökkuşağı After the rain there was a rainbow in the sky. Yağmurdan sonra gökte bir gökkuşağı vardı. |
|
|
Term
|
Definition
raincoat /'reynkout/ isim yağmurluk Take your raincoat. It might rain. Yağmurluğunu al. Yağmur yağabilir. |
|
|
Term
|
Definition
rainy /'reyni/ sıfat yağmurlu He goes fishing on rainy days. Yağmurlu günlerde balığa çıkar. |
|
|
Term
|
Definition
raise /reyz/ fiil kaldırmak, yükseltmek Raise your hands. Ellerini kaldır. |
|
|
Term
|
Definition
rake /reyk/ isim tırmık The rake must be in the garden. Tırmık bahçede olmalı. |
|
|
Term
|
Definition
ran /ren/ fiil bkz. runHe ran towards her. Ona doğru koştu. |
|
|
Term
|
Definition
range /reync/ isim sınıf, çeşit Their talk covered a wide range of topics. Onların konuşması çok çeşitli konuları içerdi. |
|
|
Term
|
Definition
rank /renk/ isim rütbe "What is your rank?" she asked the soldier. "Rütben ne?" diye askere sordu. |
|
|
Term
|
Definition
rapidly /'repidli/ zarf hızla, süratle The mice grew rapidly. Fareler hızla büyüdüler. |
|
|
Term
|
Definition
rare /reı/ sıfat nadir, seyrek, az bulunur Pandas are rare on the earth. Dünyada pandalar nadirdir. |
|
|
Term
|
Definition
rarely /'reıli/ zarf nadiren, seyrek olarak I rarely listen to classical music. Nadiren klasik müzik dinlerim. |
|
|
Term
|
Definition
rat /ret/ isim iri fare, sıçan The cat was chasing a rat. Kedi bir sıçanı kovalıyordu. |
|
|
Term
|
Definition
rate /reyt/ isim ücret, oran The rates of long distance calls are high. Şehir dışı telefon konuşma ücretleri yüksektir. |
|
|
Term
|
Definition
rather /'ra:dı/ zarf oldukça, epeyce He is rather old. Oldukça yaşlı. |
|
|
Term
|
Definition
razor /'reyzı/ isim tıraş makinesi This razor isn't sharp. Bu tıraş makinesi keskin değil. |
|
|
Term
|
Definition
reach /ri:ç/ fiil varmak, ulaşmak, yetişmek She is too short to reach the apple on the shelf. Raftaki elmaya uzanamayacak kadar boyu kısa. Can I reach you by phone? Size telefonla ulaşabilir miyim? |
|
|
Term
|
Definition
read /ri:d/ fiil read /red/ okumak Have you read this book? Bu kitabı okudun mu? |
|
|
Term
|
Definition
reader /'ri:dı/ isim okuyucu, okur Readers like his stories. Okurlar onun hikayelerini severler. |
|
|
Term
|
Definition
reading /'ri:ding/ isim okuma The text needs a close reading. Metnin iyi okunması gerekmektedir. |
|
|
Term
|
Definition
ready /'redi/ sıfat hazır Are you ready? Hazır mısın? |
|
|
Term
|
Definition
real /'riıl/ sıfat hakiki, gerçek Are those flowers real or plastic? Şu çiçekler gerçek mi yoksa plastik mi? |
|
|
Term
|
Definition
reality /ri'eliti/ isim hakikat, gerçek We should accept the reality. Gerçeği kabul etmeliyiz. |
|
|
Term
|
Definition
realize /'riılayz/ fiil farkına varmak, anlamak He realized that he was too late. Çok geç kaldığını anladı. |
|
|
Term
|
Definition
really /'riıli/ zarf gerçekten He was really ill yesterday. Dün gerçekten hastaydı. |
|
|
Term
|
Definition
reason /'ri:zın/ isim neden, gerekçeWhat is your reason for leaving? Ayrılış için gerekçen ne? |
|
|
Term
|
Definition
reasonable /'ri:zınıbıl/ sıfat makul There should be a reasonable excuse. Makul bir mazeret olması gerekir. |
|
|
Term
|
Definition
recall /ri'ko:l/ fiil anımsamak, hatırlamak Can you recall your meeting with her? Onunla karşılaşmanı hatırlayabiliyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
receipt /ri'si:t/ isim makbuz, fiş, fatura You should ask for a receipt when you buy something. Bir şey satın aldığında makbuz istemelisin. |
|
|
Term
|
Definition
receive /ri'si:v/ fiil almak I received 2 letters yesterday. Dün 2 mektup aldım. |
|
|
Term
|
Definition
recent /'ri:sınt/ sıfat yeni, son His recent behaviour has been strange. Onun son davranışı garipti. |
|
|
Term
|
Definition
recently /'ri:sıntli/ zarf yakınlarda, geçenlerde, son zamanlarda I haven't seen her recently. Onu son zamanlarda görmedim. |
|
|
Term
|
Definition
reception /ri'sepşın/ isim kabul, davet There were many famous people at the wedding reception. Düğün davetinde bir sürü ünlü kişi vardı. |
|
|
Term
|
Definition
recognition /rekıg'nişın/ isim tanıma, kabul He has changed beyond recognition. Tanınmayacak ölçüde değişti. |
|
|
Term
|
Definition
recognize /'rekıgnayz/ isim tanımak I can hardly recognize you. Seni güçlükle tanıyabiliyorum. |
|
|
Term
|
Definition
recommend /rekı'mend/ fiil tavsiye etmek I would like to recommend him as your assistant. Onu yardımcın olarak tavsiye etmek istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
record /'reko:d/ isim 1- plak I've got hundreds of records. Yüzlerce plağım var. 2- rekor What is the men's high jump record? Erkekler yüksek atlama rekoru ne? |
|
|
Term
|
Definition
record2 /ri'ko:d/ fiil kaydetmek Do you know how to record your voice? Sesini nasıl kaydedeceğini biliyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
record-player /'reko:d-pleyı/ isim pikap, plak çalar My record player isn't working. Pikabım çalışmıyor. |
|
|
Term
|
Definition
rectangle /'rektengıl/ isim dikdörtgen The teacher drew a rectangle on the board. Öğretmen tahtaya bir dikdörtgen çizdi. |
|
|
Term
|
Definition
red /red/ sıfat kırmızı She is often in red. Sık sık kırmızı giyer. |
|
|
Term
|
Definition
reduce /ri'dyu:s/ fiil azaltmak, indirmek, küçültmek Can you reduce the size of the coat? Bu ceketin bedenini küçültebilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
reduction /ri'dakşın/ isim azaltma, indirim There is no reduction in the price of oil. Petrol fiyatlarında bir azalma yok. |
|
|
Term
|
Definition
refer /ri'fö:/ fiil -den söz etmek Are you referring to the new manager? Yeni müdürden mi söz ediyorsunuz? |
|
|
Term
|
Definition
referee /refı'ri:/ isim hakem The referee stopped the match. Hakem maçı durdurdu. |
|
|
Term
|
Definition
reference /'refırıns/ isim başvuru, referans Where can I get the reference books? Başvuru kitaplarını nereden edinebilirim? |
|
|
Term
|
Definition
reflect /ri'flekt/ fiil yansıtmak; düşünmek Mirrors reflect light. Aynalar ışığı yansıtır. |
|
|
Term
|
Definition
reform /ri'fo:m/ isim reform, düzeltim Not all people welcome the reform. Herkes reformu hoş karşılamaz. |
|
|
Term
|
Definition
refreshments /ri'freşmınts/ isim meşrubat, içecek They sold refreshments at the cinema. Sinemada meşrubat sattılar. |
|
|
Term
|
Definition
refrigerator /ri'fricıreytı/ isim buzdolabı Put the milk and butter in the refrigerator. Sütü ve tereyağını buzdolabına koy. |
|
|
Term
|
Definition
refuse /ri'fyu:z/ fiil reddetmek, kabul etmemek I refused his offer. Teklifini reddettim. |
|
|
Term
|
Definition
regime /rey'ci:m/ isim rejim What’s the political regime in your country? Ülkendeki politik rejim nedir? |
|
|
Term
|
Definition
region /'ri:cın/ isim bölge, yöre I'm from a different region. Ben farklı bir yöredenim. |
|
|
Term
|
Definition
register /'recistı/ fiil kaydetmek The house is registered in my name. Ev benim üzerime kayıtlı. |
|
|
Term
|
Definition
regular /'regyulı/ sıfat düzenli She is leading a regular life. Düzenli bir hayat sürüyor. |
|
|
Term
|
Definition
relationship /ri'leyşınşip/ isim dostluk She has a close relationship with my boss. Benim patronumla sıkı bir dostluğu var. |
|
|
Term
|
Definition
relative /'relıtiv/ isim akrabaI have a lot of relatives in London. Londra’da birçok akrabam var. |
|
|
Term
|
Definition
relax /ri'leks/ fiil gevşemek, rahatlamak Take a deep breath and relax. Derin bir nefes al ve rahatla. |
|
|
Term
|
Definition
reliable /ri'layıbıl/ sıfat güvenilir This is a very reliable car. Bu çok güvenilir bir arabadır. |
|
|
Term
|
Definition
religion /ri'licın/ isim din They don’t have a religion. Onların dini yok. |
|
|
Term
|
Definition
religious /ri'licıs/ sıfat dinsel, dini Some people have no religious beliefs. Bazı insanların dini inançları yoktur. |
|
|
Term
|
Definition
remain /ri'meyn/ fiil kalmak She remained single all her life. Bütün yaşamı boyunca bekâr kaldı. |
|
|
Term
|
Definition
remember /ri'membı/ fiil hatırlamak, anımsamakDo you remember this place? Bu yeri hatırlıyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
remind /ri'maynd/ fiil hatırlatmak, anımsatmak Would you please remind me when time is up? Süre bitince bana hatırlatır mısın? |
|
|
Term
|
Definition
rent /rent/ 1- isim kira How much is the rent? Kira ne kadar? 2- fiil kiralamak I want to rent a car. Bir araba kiralamak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
repair /ri'peı/ fiil tamir etmek, onarmak He repaired the radio in 5 minutes. Radyoyu 5 dakikada onardı. |
|
|
Term
|
Definition
repeat /ri'pi:t/ fiil tekrarlamak, yinelemek Can you repeat that? I didn't hear you. Tekrarlayabilir misin? Seni duymadım. |
|
|
Term
|
Definition
reply /ri'play/ 1- isim yanıt, karşılık She got no reply from her boss. Patronundan yanıt almadı. 2- fiil yanıtlamak She replied to my letter soon. Kısa sürede mektubumu yanıtladı. |
|
|
Term
|
Definition
report /ri'po:t/ 1- isim rapor There has been no report on this event. Bu olay hakkında bir rapor yok. 2- fiil rapor etmek, rapor vermek He reported the case to the police. Olayı polise rapor etti. |
|
|
Term
|
Definition
representation /reprizen'teyşın/ isim tasvir, tarif, betimleme This painting is a representation of a storm. Bu tablo bir fırtınanın tasviridir. |
|
|
Term
|
Definition
representative /repri'zentıtiv/ isim temsilci Representatives from all countries gathered for the conference. Bütün ülkelerden temsilciler konferans için bir araya geldi. |
|
|
Term
|
Definition
reputation /repyu'teyşın/ isim ün, şöhret This restaurant has a very good reputation. Bu lokantanın çok iyi bir şöhreti var. |
|
|
Term
|
Definition
require /ri'kwayı/ fiil istemek, talep etmek, gerektirmek We were required to leave early. Bizden erken gitmemiz istendi. |
|
|
Term
|
Definition
rescue /'reskyu:/ fiil kurtarmak They sent a helicopter to rescue the climbers. Dağcıları kurtarmak için bir helikopter gönderdiler. |
|
|
Term
|
Definition
reservation /rezı'veyşın/ isim yer ayırtma, rezervasyon I want to make a reservation at your hotel. Otelinizde yer ayırtmak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
reserve /ri'zö:v/ fiil ayırmak, saklamak They reserved us a table for six. Bize altı kişilik bir masa ayırdılar. |
|
|
Term
|
Definition
resident /'rezidınt/ isim sakin, oturan The residents of the area complained about the noise. Bölge sakinleri gürültüden yakındılar. |
|
|
Term
|
Definition
resign /ri'zayn/ fiil istifa etmek, çekilmek He had to resign after the scandal. Rezaletten sonra istifa etmek zorunda kaldı. |
|
|
Term
|
Definition
resist /ri'zist/ fiil karşı koymak, direnmek The army couldn’t resist the attack. Ordu saldırıya direnemedi. |
|
|
Term
|
Definition
respect /ri'spekt/ isim saygı I always treat my parents with respect. Anneme babama hep saygıyla davranırım. |
|
|
Term
|
Definition
response /ri'spons/ isim yanıt, karşılık There was no response from the teacher. Öğretmenden hiçbir yanıt gelmedi. |
|
|
Term
|
Definition
responsible /ri'sponsibıl/ sıfat sorumlu Who is responsible for breaking the window? Camı kırmaktan kim sorumlu? |
|
|
Term
|
Definition
rest /rest/ 1- fiil dinlenmek He's resting at the moment. Şu anda dinleniyor. 2- isim dinlenme I need a rest. Dinlenmeye ihtiyacım var. |
|
|
Term
|
Definition
restaurant /'restıron/ isim lokanta, restoran The restaurant was closed. Lokanta kapalıydı. |
|
|
Term
|
Definition
result /ri'zalt/ isim sonuç What was the result of the election? Seçimin sonucu neydi? |
|
|
Term
|
Definition
retire /ri'tayı/ fiil emekli olmak My father retired at the age of 60. Babam 60 yaşında emekli oldu. |
|
|
Term
|
Definition
return /ri'tö:n/ fiil 1- (geri) dönmek He returned to Turkey from Canada. Kanada'dan Türkiye'ye geri döndü. 2- geri vermek Can you return this book to the library please? Bu kitabı kütüphaneye geri verebilir misin lütfen? |
|
|
Term
|
Definition
reveal /ri'vi:l/ fiil ortaya çıkarmak, açığa vurmak The press revealed all his secrets. Basın onun bütün sırlarını ortaya çıkardı. |
|
|
Term
|
Definition
review /ri'vyu:/ fiil gözden geçirmek He reviewed his writing and found some mistakes. Yazısını gözden geçirdi ve birkaç hata buldu. |
|
|
Term
|
Definition
revolution /revı'lu:şın/ isim devrim Things changed after the revolution. Devrimden sonra her şey değişti. |
|
|
Term
|
Definition
reward /ri'wo:d/ isim ödül They gave her a reward for her success. Başarısı için ona bir ödül verdiler. |
|
|
Term
|
Definition
rhyme /raym/ isim kafiye, uyak This poem has no rhyme. Bu şiirin uyağı yok. |
|
|
Term
|
Definition
ribbon /'ribın/ isim kurdele, şerit, bant She tied her hair back with a ribbon. Kurdeleyle saçını arkadan bağladı. |
|
|
Term
|
Definition
rice /rays/ isim 1- pirinç Can you buy some rice at the grocer's? Bakkaldan biraz pirinç alabilir misin? 2- pilav I want chicken and rice please. Tavuk ve pilav istiyorum lütfen. |
|
|
Term
|
Definition
rich /riç/ sıfat zengin His relatives are very rich. Onun akrabaları çok zengin. |
|
|
Term
|
Definition
rifle /'rayfıl/ isim tüfek He shot the rabbit with his rifle. Tüfeğiyle tavşanı vurdu. |
|
|
Term
|
Definition
right /rayt/ sıfat 1- doğru His answer was right. Cevabı doğruydu. 2- haklı You're right. Haklısın. 3- sağ (taraf)Turn to the right here, please. Buradan sağa dönün lütfen. |
|
|
Term
|
Definition
ring /ring/ 1- fiil rang /reng/, rung /rang/ (zil, vb.) çalmak The bell rang at 2 o'clock. Zil saat 2'de çaldı. 2- fiil telefon etmekHe rings his wife everyday. Karısına her gün telefon eder. 3- isim yüzük I want to buy a silver-ring. Gümüş bir yüzük almak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
ripe /rayp/ sıfat olmuş, olgun These figs don’t look ripe. Bu incirler olgun görünmüyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
rise /rayz/ fiil rose /rouz/, risen /'rizın/ yükselmek, çıkmak, doğmak, kalkmak The sun rises in the east. Güneş doğudan doğar. |
|
|
Term
|
Definition
risk /risk/ 1- isim tehlike, risk It was a great risk for him to climb up the tree. Ağaca çıkması büyük riskti. 2- fiil tehlikeye atmak, riske atmak Don't risk your life! Hayatını tehlikeye atma! |
|
|
Term
|
Definition
river /'rivı/ isim nehir, ırmak What is the longest river in Turkey? Türkiye'nin en uzun nehri hangisidir? |
|
|
Term
|
Definition
road /roud/ isim cadde, yol Where does this road go? Bu yol nereye gider? |
|
|
Term
|
Definition
roar /ro:/ fiil gürlemek, kükremek The lion roared and scared everybody. Aslan kükredi ve herkesi korkuttu. |
|
|
Term
|
Definition
rob /rob/ fiil soymak The bank was robbed twice in one month. Banka bir ayda iki kere soyuldu. |
|
|
Term
|
Definition
robber /'robı/ isim soyguncu The robber killed his friend and got all the money. Soyguncu arkadaşını öldürdü ve bütün parayı aldı. |
|
|
Term
|
Definition
robbery /'robıri/ isim soygun What do you know about the robbery? Soygun hakkında ne biliyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
rock /rok/ 1- isim kaya This rock is very hard. Bu kaya çok sert. 2- fiil sallamak The waves rocked the boat. Dalgalar tekneyi salladı. |
|
|
Term
|
Definition
rocket /'rokit/ isim roket, füze The Americans sent a rocket into space. Amerikalılar uzaya bir füze gönderdiler. |
|
|
Term
|
Definition
role /roul/ isim rol Oliver played the role of Hamlet. Oliver Hamlet rolünü oynadı. |
|
|
Term
|
Definition
romance /rı'mens/ isim aşk macerası I want to have a romance with you. Seninle bir aşk macerası yaşamak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
roof /ru:f/ isim çatı Can you see the man on the roof? Çatıdaki adamı görebiliyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
room /ru:m, rum/ isim oda Keep your room clean. Odanı temiz tut. |
|
|
Term
|
Definition
rooster /'ru:stı/ isim horoz The rooster woke everybody up. Horoz herkesi uyandırdı. |
|
|
Term
|
Definition
root /ru:t/ isim kök, köken Don’t hurt the roots of the plant. Bitkinin köklerini incitme. |
|
|
Term
|
Definition
rope /roup/ isim ip, halat He tied the package with rope. Paketi iple bağladı. |
|
|
Term
|
Definition
rose /rouz/ 1- isim gül He gave me a white rose. Bana beyaz bir gül verdi. 2- fiil bkz. rise He rose from his bed and had a shower. Yatağından kalktı ve duş yaptı. |
|
|
Term
|
Definition
round /raund/ 1- sıfat yuvarlak The earth is round. Dünya yuvarlaktır. 2- edat etrafına, etrafında, çevresinde The moon goes round the earth. Ay Dünya’nın çevresinde döner. |
|
|
Term
|
Definition
royal /'royıl/ sıfat krala ait Prince Charles belongs to the royal family. Prens Charles kraliyet ailesi mensubudur. |
|
|
Term
|
Definition
rub /rab/ fiil ovmak, ovalamak Can you rub my back please? Sırtımı ovabilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
rubber /'rabı/ isim lastik, kauçuk He bought a pair of rubber boots. Bir çift lastik çizme aldı. |
|
|
Term
|
Definition
rude /ru:d/ sıfat terbiyesiz, kaba You are very rude. Çok kabasın. |
|
|
Term
|
Definition
rug /rag/ isim küçük halı, kilim We saw Turkish rugs in the museum. Müzede Türk kilimleri gördük. |
|
|
Term
|
Definition
ruin /'ru:in/ fiil mahvetmek, yıkmak Smoking ruins your health. Sigara içme sağlığınızı mahveder. |
|
|
Term
|
Definition
rule /ru:l/ isim kural Do you know the rules of this game? Bu oyunun kurallarını biliyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
ruler /'ru:lı/ isim cetvel Can you lend me your ruler? Cetvelini ödünç verebilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
run /ran/ fiil ran /ren/, run /ran/ koşmak He had to run to catch the bus. Otobüsü yakalamak için koşmak zorunda kaldı. |
|
|
Term
|
Definition
rung /rang/ fiil bkz. ring; Has the bell rung yet? Zil çaldı mı? |
|
|
Term
|
Definition
sack /sek/ isim torba, çuval, çanta Put the potatoes in that sack. Patatesleri şu çuvala koy. |
|
|
Term
|
Definition
sad /sed/ sıfat 1- üzgün, kederli You look sad. What’s wrong? Üzgün görünüyorsun. Ne oldu? 2- acıklı This is a sad film. Bu acıklı bir film. |
|
|
Term
|
Definition
safe /seyf/ 1- sıfat emniyetli, tehlikesiz We are safe in this room. Bu odada emniyetteyiz. 2- isim (demir) para kasası They couldn't open the safe. Kasayı açamadılar. |
|
|
Term
|
Definition
safety /'seyfti/ isim emniyet, güvenlik Wear your safety belts. Emniyet kemerlerinizi takınız. |
|
|
Term
|
Definition
said /sed/ fiil bkz. say; He said he was tired. Yorgun olduğunu söyledi. |
|
|
Term
|
Definition
sail /seyl/ fiil gemiyle (yelkenliyle) gitmek They sailed from Marmaris to Rhodes. Gemiyle Marmaris'ten Rodos'a gittiler. |
|
|
Term
|
Definition
sailor /'seylı/ isim denizci My uncle was a sailor. Amcam bir denizciydi. |
|
|
Term
|
Definition
salad /'selıd/ isim salata Can I have some salad, please? Biraz salata alabilir miyim lütfen? |
|
|
Term
|
Definition
salary /'selıri/ isim maaş, aylıkWhat is your salary? Maaşınız nedir? |
|
|
Term
|
Definition
sale /seyl/ isim satış Have sales been good today? Satışlar bugün iyi mi? |
|
|
Term
|
Definition
salt /so:lt/ isim tuz Pass me the salt, please. Tuzu uzat, lütfen. |
|
|
Term
|
Definition
same /seym/ sıfat, zamir aynı His shirt is the same as mine. Onun gömleği benimkiyle aynı. |
|
|
Term
|
Definition
sample /'sa:mpıl/ isim numune, örnek The nurse took a sample of my blood. Hemşire kanımdan bir örnek aldı. |
|
|
Term
|
Definition
sand /send/ isim kum I lay on the sand at the beach. Sahilde kumun üzerine uzandım. |
|
|
Term
|
Definition
sandwich /'sendwiç/ isim sandviç Do you want a sandwich with cheese? Peynirli bir sandviç ister misin? |
|
|
Term
|
Definition
sang /seng/ fiil bkz. sing; He sang the song very well. Şarkıyı çok iyi söyledi. |
|
|
Term
|
Definition
sat /set/ fiil bkz. sit; The students sat down. Öğrenciler oturdular. |
|
|
Term
|
Definition
satisfy /'setisfay/ fiil tatmin etmek, memnun etmek He is hard to satisfy. Onu memnun etmek zordur. |
|
|
Term
|
Definition
sauce /so:s/ isim salça, sos Do you want sauce on your meat? Etinin üzerine sos ister misin? |
|
|
Term
|
Definition
saucer /'so:sı/ isim fincan tabağı Who broke this saucer? Bu fincan tabağını kim kırdı? |
|
|
Term
|
Definition
sausage /'sosic/ isim sucuk, sosis Can I have a kilo of sausages? Bir kilo sucuk alabilir miyim? |
|
|
Term
|
Definition
savage /'sevic/ sıfat vahşi There is a very savage dog there. Orada çok vahşi bir köpek var. |
|
|
Term
|
Definition
save /seyv/ fiil 1- kurtarmak The fireman saved us from the fire. İtfaiyeci bizi yangından kurtardı. 2- biriktirmek I must save some money to buy a ticket. Bir bilet almak için para biriktirmeliyim. |
|
|
Term
|
Definition
saw /so:/ 1- isim testere The carpenter used the saw to cut the wood. Marangoz odunu kesmek için testereyi kullandı. 2- fiil bkz. see; I saw your brother this morning. Bu sabah kardeşini gördüm. |
|
|
Term
|
Definition
say /sey/ fiil said /sed/ demek, söylemek What did you say? Ne dedin? |
|
|
Term
|
Definition
scene /si:n/ isim sahne He left the theatre before the end of the first scene. İlk sahne bitmeden tiyatrodan çıktı. |
|
|
Term
|
Definition
schedule /'şedyu:l/ isim program Mr Young has a very busy schedule this month. Bay Young’ın bu ay çok yoğun bir programı var. |
|
|
Term
|
Definition
scheme /ski:m/ isim plan, proje, tasarı He had a clever scheme to catch the monkey. Maymunu yakalamak için akıllıca bir planı vardı. |
|
|
Term
|
Definition
school /sku:l/ isim okul Do you go to school? Okula gidiyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
science /'sayıns/ isim bilim, fenHe studied science at school. Okulda fen okudu. |
|
|
Term
|
Definition
scientific /sayın'tifik/ sıfat bilimsel He likes reading scientific magazines. O bilimsel dergiler okumayı sever. |
|
|
Term
|
Definition
scientist /'sayıntist/ isim bilim adamı The scientist looked through the microscope. Bilim adamı mikroskoba baktı. |
|
|
Term
|
Definition
scissors /'sizız/ isim makas I cut the material with the scissors. Makasla kumaşı kestim. |
|
|
Term
|
Definition
score /sko:/ 1- fiil gol atmak; puan kazanmak Who scored the first goal? İlk golü kim attı? 2- isim skor, puan, sayı What's the score? Skor ne? |
|
|
Term
|
Definition
scorpion /'sko:piın/ isim akrep The scorpion stung my toe. Akrep ayak parmağımı soktu. |
|
|
Term
|
Definition
scratch /skreç/ fiil tırmalamak, çizmek They scratched his new car. Yeni arabasını çizdiler. |
|
|
Term
|
Definition
scream /skri:m/ fiil çığlık atmak, feryat etmek She screamed when she saw us. Bizi görünce çığlık attı. |
|
|
Term
|
Definition
screen /skri:n/ isim 1- ekran He broke the T.V. screen. Televizyon ekranını kırdı. 2- perde The nurse put a screen between the beds. Hemşire yatakların arasına bir perde koydu. |
|
|
Term
|
Definition
screw /skru:/ isim vida Where is the other screw? Diğer vida nerede? |
|
|
Term
|
Definition
screwdriver /'skru:drayvı/ isim tornavida Give me the screwdriver. Bana tornavidayı ver. |
|
|
Term
|
Definition
sea /si:/ isim deniz I like swimming in the sea. Denizde yüzmeyi severim. |
|
|
Term
|
Definition
seagull /'si:gal/ isim martı The seagull flew over the boat. Martı geminin üzerinden uçtu. |
|
|
Term
|
Definition
search /sö:ç/ fiil aramak, araştırmak They searched the woods for the lost child. Kayıp çocuğu ormanda aradılar. |
|
|
Term
|
Definition
seaside /'si:sayd/ isim deniz kıyısı Have you been to the seaside? Deniz kıyısına mı gittin? |
|
|
Term
|
Definition
season /'si:zın/ isim mevsim Which season do you like best, summer or autumn? En çok hangi mevsimi seversin, yaz mı sonbahar mı? |
|
|
Term
|
Definition
seat /si:t/ isim oturacak yer, iskemle, koltuk Can I sit on this seat? Bu koltuğa oturabilir miyim? |
|
|
Term
|
Definition
second /'sekınd/ 1- sıfat ikinci That is the second window you've broken! Bu kırdığın ikinci cam! 2- isim saniye There are 60 seconds in a minute. Bir dakikada 60 saniye vardır. |
|
|
Term
|
Definition
secret /'si:krit/ 1- sıfat gizli This is a secret door. Bu gizli bir kapıdır. 2- isim sır, giz Can you keep a secret? Bir sır tutabilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
secretary /'sekrıtıri/ isim sekreter The secretary typed the letter. Sekreter mektubu daktiloyla yazdı. |
|
|
Term
|
Definition
section /'sekşın/ isim parça, kısım, bölüm, kesim The singer is liked by all sections of the country. Şarkıcı ülkenin bütün kesimlerince seviliyor. |
|
|
Term
|
Definition
sector /'sektı/ isim bölge, sektör, kesimI work in a public sector. Kamu kesiminde çalışıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
secure /si'kyuı/ sıfat güvenli, emin The house is secure to live in. Ev içinde yaşamak için güvenlidir. |
|
|
Term
|
Definition
security /si'kyuırıti/ isim emniyet, güvenlik She worries about her son's security. Oğlunun emniyetinden kaygılanıyor. |
|
|
Term
|
Definition
see /si:/ fiil saw /so:/, seen /si:n/ görmekCan you see the ship? Gemiyi görebiliyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
seed /si:d/ isim tohum The pigeon ate the seeds. Güvercin tohumları yedi. |
|
|
Term
|
Definition
seek /si:k/ fiil sought /so:t/ aramak The mother is seeking help for her daughter. Anne, kızı için yardım arıyor. |
|
|
Term
|
Definition
seem /si:m/ fiil gibi görünmek She always seems (to be) sad. Her zaman üzgün görünüyor. |
|
|
Term
|
Definition
seen /si:n/ fiil bkz. see; Have you seen the lion in the zoo? Hayvanat bahçesindeki aslanı gördün mü? |
|
|
Term
|
Definition
sell /sel/ fiil sold /sould/ satmak I sell shoes in the market. Pazarda ayakkabı satarım. |
|
|
Term
|
Definition
send /send/ fiil sent /sent/ göndermek, yollamak Send these flowers to my mother. Bu çiçekleri anneme yolla. |
|
|
Term
|
Definition
sense /sens/ isim duyu What are the five senses? Beş duyu nelerdir? |
|
|
Term
|
Definition
sensitive /'sensitiv/ sıfat duyarlı, hassas She is a sensitive person. O duyarlı bir insan. |
|
|
Term
|
Definition
sent /sent/ fiil bkz. send; She sent me a letter. Bana mektup gönderdi. |
|
|
Term
|
Definition
sentence /'sentıns/ isim cümle, tümce Read the first sentence. İlk cümleyi oku. |
|
|
Term
|
Definition
separate /'sepırit/ sıfat ayrı The children live in separate rooms. Çocuklar ayrı odada kalıyor. |
|
|
Term
|
Definition
serial /'siıriıl/ isim (radyoda, televizyonda) dizi Do you like this radio serial? Bu radyo dizisini seviyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
serious /'siıriıs/ sıfat ciddi You can't be serious! Ciddi olamazsın! |
|
|
Term
|
Definition
seriously /'siıriısli/ zarf ciddi olarak, ciddi şekilde She was not seriously hurt. Ciddi şekilde yaralanmadı. |
|
|
Term
|
Definition
servant /'sö:vınt/ isim hizmetçi, uşak They have four servants. Onların dört hizmetçisi var. |
|
|
Term
|
Definition
serve /sö:v/ fiil 1- servis yapmak, bakmak The waiter served us very quickly. Garson bize çok hızlı servis yaptı.2- hizmet etmek He has always served his country well. Ülkesine hep iyi hizmet etti. |
|
|
Term
|
Definition
service /'sö:vis/ isim hizmet The bank is famous for its good service. Banka iyi hizmeti ile ünlü. |
|
|
Term
|
Definition
session /'seşın/ isim oturum, celse Be seated! This court is now in session. Oturun! Mahkeme şimdi oturumda. |
|
|
Term
|
Definition
set /set/ 1- isim takım Mother bought a new tea set. Annem yeni bir çay takımı aldı. 2- fiil kurmak, ayarlamak Please remember to set the alarm. Lütfen alarmı kurmayı unutma. 3- fiil belirlemek, saptamak We should set a date for a future meeting. Gelecek toplantı için bir tarih belirlemeliyiz.4- fiil (güneş) batmakThe sun is setting. Güneş batıyor. |
|
|
Term
|
Definition
settle /'setıl/ fiil 1- yerleşmek He visited London and settled there. Londra'yı ziyaret etti ve oraya yerleşti. 2- halletmek, çözmek They are trying to settle the question. Sorunu çözmeye çalışıyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
setup /'setap/ isim sistem, tertip, düzen He is tired of the whole setup of the school. Okulun bütün sisteminden bıktı. |
|
|
Term
|
Definition
several /'sevırıl/ zamir birkaç I've been there several times. Orada birkaç kere bulundum. |
|
|
Term
|
Definition
severe /si'viı/ sıfat ağır, ciddi, amansız Her illness was not too severe. Hastalığı çok ağır değildi. |
|
|
Term
|
Definition
sew /sou/ fiil (dikiş) dikmek I like to sew my own clothes. Kendi elbiselerimi dikmeyi severim. |
|
|
Term
|
Definition
sex /seks/ isim cinsiyet, seks This game is good for all ages and both sexes. Bu oyun bütün yaş ve her iki cinsiyet için de iyidir. |
|
|
Term
|
Definition
shadow /'şedou/ isim gölge He stood in the shadow of the building. Binanın gölgesinde durdu. |
|
|
Term
|
Definition
shake /şeyk/ fiil shook /şuk/, shaken /'şeykın/ sallamak, çalkalamak; sallanmak The house was shaking. Ev sallanıyordu. |
|
|
Term
|
Definition
shall /şıl, şel/ fiil 1- -ceğim, -ceğiz I shall miss him very much. Onu çok özleyeceğim. 2- shall I -eyim mi, -ayım mı?Shall I make you some coffee? Sana kahve yapayım mı? |
|
|
Term
|
Definition
shame /şeym/ isim utanç, ayıp He blushed in shame. Utançla kızardı. |
|
|
Term
|
Definition
shampoo /şem'pu:/ isim şampuan Someone has finished my shampoo. Birisi şampuanımı bitirmiş. |
|
|
Term
|
Definition
shape /şeyp/ isim biçim, şekil I like the shape of the bottle. Şişenin biçimini seviyorum. |
|
|
Term
|
Definition
share /şeı/ fiil paylaşmak; paylaştırmak Share that chocolate with your sister. O çikolatayı kız kardeşinle paylaş. |
|
|
Term
|
Definition
shark /şa:k/ isim köpekbalığı Sharks can be very dangerous. Köpekbalıkları çok tehlikeli olabilirler. |
|
|
Term
|
Definition
sharp /şa:p/ sıfat keskin My knife is sharp. Bıçağım keskindir. |
|
|
Term
|
Definition
shave /şeyv/ fiil tıraş olmak; tıraş etmek My brother shaves every day. Kardeşim her gün tıraş olur. |
|
|
Term
|
Definition
she /şi, şi:/ zamir (kadınlar için) o She is a nurse. O bir hemşiredir. |
|
|
Term
|
Definition
shed /şed/ fiil shed /şed/ dökmek, akıtmak They shed a few tears at their daughter's wedding. Kızlarının düğününde birkaç gözyaşı döktüler. |
|
|
Term
|
Definition
sheep /şi:p/ isim (çoğulu sheep /şi:p/) koyun There are a lot of sheep in New Zealand. Yeni Zelanda’da çok koyun var. |
|
|
Term
|
Definition
sheet /şi:t/ isim 1- çarşaf The sheet is dirty and needs to be changed. Çarşaf kirli ve değiştirilmesi gerekiyor. 2- tabaka, yaprak Give me a sheet of paper, please. Bana bir tabaka kâğıt ver lütfen. |
|
|
Term
|
Definition
shelf /şelf/ isim (çoğulu shelves /şelvz/) raf Put the pan on the shelf. Tavayı rafa koy. |
|
|
Term
|
Definition
shell /şel/ isim deniz kabuğu, kabuk The snail put its head into its shell. Salyangoz kafasını kabuğuna soktu. |
|
|
Term
|
Definition
sheriff /'şerif/ isim şerif I shot the sheriff. Şerifi ben vurdum. |
|
|
Term
|
Definition
shine /şayn/ fiil shone /şon/ parlamak The sun shines during the day, the moon shines at night. Güneş gündüzleyin, ay geceleyin parlar. |
|
|
Term
|
Definition
shiny /'şayni/ sıfat parlak, cilalı His shoes are always shiny. Onun ayakkabıları her zaman parlaktır. |
|
|
Term
|
Definition
ship /şip/ isim gemi, vapur We went to England by ship. İngiltere'ye gemiyle gittik. |
|
|
Term
|
Definition
shirt /şö:t/ isim gömlek He's got many shirts. Onun çok gömleği var. |
|
|
Term
|
Definition
shock /şok/ isim şok My mother had a shock when she saw the phone bill. Annem telefon faturasını görünce şok geçirdi. |
|
|
Term
|
Definition
shoe /şu:/ isim ayakkabı Have you seen my shoes? Ayakkabılarımı gördün mü? |
|
|
Term
|
Definition
shone /şon/ fiil bkz. shine; The car shone in the sun. Araba güneşte parladı. |
|
|
Term
|
Definition
shook /şuk/ fiil bkz. shake; The building shook in the earthquake. Bina depremde sallandı. |
|
|
Term
|
Definition
shoot /şu:t/ fiil shot /şot/ (silahla) vurmakWho shot the president? Başkanı kim vurdu? |
|
|
Term
|
Definition
shop /şop/ isim dükkân, mağaza The shop is closed. Dükkân kapalı. |
|
|
Term
|
Definition
shopkeeper /'şopki:pı/ isim dükkâncı, mağaza sahibi That shopkeeper is very rude to his customers. O dükkancı müşterilerine karşı çok kaba. |
|
|
Term
|
Definition
shopping /'şoping/ isim alışveriş They are going downtown to do some shopping. Alışveriş yapmak için şehir merkezine gidiyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
short /şo:t/ sıfat kısa I don't like short hair. Kısa saçı sevmem. |
|
|
Term
|
Definition
shorts /şo:ts/ isim şort The little boy was wearing shorts. Küçük çocuk şort giyiyordu. |
|
|
Term
|
Definition
shot /şot/ isim 1- atım, atış, el He was killed with a single shot. Tek bir el atışla öldürüldü. 2- şut They had only one shot at goal. Kaleye tek bir şutları oldu. |
|
|
Term
|
Definition
should /şıd, şud/ fiil 1- (öneri ya da gereklilik bildirir.) iyi olur, gerekir, -meli, -malı You should go to the doctor. Doktora gitsen iyi olur. 2- bkz. shall; He asked if we should wait. Bekleyelim mi diye sordu. |
|
|
Term
|
Definition
shoulder /'şouldı/ isim omuz He put his hand on her shoulder. Elini onun omuzuna koydu. |
|
|
Term
|
Definition
shout /şaut/ fiil bağırmak Don't shout! I'm not deaf. Bağırma. Sağır değilim. |
|
|
Term
|
Definition
show /şou/ 1- fiil showed /şoud/, shown /şoun/ göstermekHe showed me his photographs. Bana fotoğraflarını gösterdi. 2- isim gösteri, şov That was an excellent show. Mükemmel bir gösteriydi. |
|
|
Term
|
Definition
shower /şauı/ isim duş; sağanak Is there a shower in the bathroom? Banyoda duş var mı? |
|
|
Term
|
Definition
shut /şat/ fiil shut /şat/ kapamak, kapatmak; kapanmak Please shut the door. Lütfen kapıyı kapat. |
|
|
Term
|
Definition
shy /şay/ sıfat utangaç, sıkılgan That girl is very shy. Şu kız çok utangaç. |
|
|
Term
|
Definition
sick /sik/ sıfat hasta He didn’t go to work because he was sick. Hasta olduğu için işe gitmedi. |
|
|
Term
|
Definition
side /sayd/ isim taraf, yan, kenar Whose side are you on? Kimin tarafındasın? |
|
|
Term
|
Definition
sidewalk /'saydwo:k/ isim yaya kaldırımı Some people park their cars on the sidewalk. Bazı insanlar arabalarını kaldırıma park ediyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
sight /sayt/ isim 1- görüş, görme gücü My grandma's sight is getting worse. Anneannemin görüşü kötüleşiyor. 2- görülecek şey, görmeye değer şey He took his visitor to see the sights of Istanbul. Ziyaretçisini İstanbul'un görülecek yerlerini görmeye götürdü. |
|
|
Term
|
Definition
sign /sayn/ 1- isim işaret There is a "stop" sign there. Orada bir "dur" işareti var. 2- fiil imzalamak Please sign this form. Lütfen bu formu imzalayın. |
|
|
Term
|
Definition
signal /'signıl/ isim sinyal, işaret They didn't see the signal. Sinyali görmediler. |
|
|
Term
|
Definition
signature /'signıçı/ isim imza I can't read this signature. Bu imzayı okuyamıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
silence /'saylıns/ isim sessizlik There was complete silence. Tam bir sessizlik vardı. |
|
|
Term
|
Definition
silent /'saylınt/ sıfat sessiz All the students were silent. Bütün öğrenciler sessizdi. |
|
|
Term
|
Definition
silk /silk/ isim ipek He bought a silk handkerchief. İpek bir mendil aldı. |
|
|
Term
|
Definition
silly /'sili/ sıfat 1- aptal, salak You are very silly. Çok aptalsın. 2- saçma, gülünç What a silly answer! Ne saçma cevap! |
|
|
Term
|
Definition
silver /'silvı/ isim gümüş I want to sell my silver bracelet. Gümüş bileziğimi satmak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
similar /'similı/ sıfat benzer My answer to this question is similar to yours. Benim bu soruya yanıtım, seninkinin benzeri. |
|
|
Term
|
Definition
simple /'simpıl/ sıfat basitThe last question was very simple. Son soru çok basitti. |
|
|
Term
|
Definition
simply /'simpli/ zarf açık bir biçimde, tamamen, tek kelimeyle He was simply tired of working all day. Bütün gün çalışmaktan tamamen bıkmıştı. |
|
|
Term
|
Definition
since /sins/ 1- zarf, edat -den beri I have been here since February. Şubattan beri buradayım. 2- bağlaç -dığı için, mademki Since it's raining I won't go out. Yağmur yağdığı için dışarı çıkmayacağım. |
|
|
Term
|
Definition
sing /sing/ fiil sang /seng/, sung /sang/ şarkı söylemek He sings very well. O çok iyi şarkı söyler. |
|
|
Term
|
Definition
singer /'singı/ isim şarkıcı She is a good singer. O iyi bir şarkıcı. |
|
|
Term
|
Definition
single /'singıl/ sıfat 1- tek My single aim is to learn English. Tek amacım İngilizce öğrenmek. 2- bekâr I'm single. Ben bekârım. |
|
|
Term
|
Definition
singular /'singyulı/ sıfat tekil "Ox" is the singular of "oxen". "Öküz", "öküzler"in tekilidir. |
|
|
Term
|
Definition
sink /sink/ 1- fiil sank /senk/, sunk /sank/ batmak Stones sink in water. Taşlar suda batar. 2- isim mutfak banyo lavabosu Please clean the sink after you shave. Lütfen tıraş olduktan sonra lavaboyu temizle. |
|
|
Term
|
Definition
sir /sö:/ isim efendim What would you like, sir? Ne istersiniz, efendim? |
|
|
Term
|
Definition
sister /'sistı/ isim kız kardeş My sister's name is Pamela. Kız kardeşimin adı Pamela. |
|
|
Term
|
Definition
sit /sit/ fiil sat /set/ oturmak Sit next to your friend. Arkadaşının yanına otur. |
|
|
Term
|
Definition
situation /siçu'eyşın/ isim durum, hal She is in a bad situation. Kötü bir durumda. |
|
|
Term
|
Definition
size /sayz/ isim beden, boy, numara What size shoes do you want? Kaç numara ayakkabı istiyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
skeleton /'skelitın/ isim iskelet We were scared when we saw the skeleton. İskeleti görünce korktuk. |
|
|
Term
|
Definition
ski /ski:/ 1- isim kayak Don’t forget to bring your skis. Kayaklarını getirmeyi unutma. 2- fiil kayak yapmakThey are skiing. Kayak yapıyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
skill /skil/ isim beceri, ustalık This task needs special skills. Bu iş özel beceriler gerektiriyor. |
|
|
Term
|
Definition
skin /skin/ isim deri, cilt This is a skin cream. Bu bir cilt kremidir. |
|
|
Term
|
Definition
skirt /skö:t/ isim etek I don't want to wear this skirt. Bu eteği giymek istemiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
sky /skay/ isim gökyüzü The sky is very clear today. Gökyüzü bugün çok açık. |
|
|
Term
|
Definition
slap /slep/ fiil tokatlamak She slapped me. Beni tokatladı. |
|
|
Term
|
Definition
slave /sleyv/ isim köle Many slaves were sold in America. Amerika'da birçok köle satıldı. |
|
|
Term
|
Definition
sleep /sli:p/ 1- fiil slept /slept/ uyumak I sleep eight hours a night. Ben gecede sekiz saat uyurum. 2- isim uyku You need a good sleep. İyi bir uykuya ihtiyacın var. |
|
|
Term
|
Definition
sleepy /'sli:pi/ sıfat uykulu You look sleepy. Didn’t you sleep last night? Uykulu görünüyorsun. Dün gece uyumadın mı? |
|
|
Term
|
Definition
slip /slip/ fiil kaymak Be careful not to slip! Kaymamaya dikkat et! |
|
|
Term
|
Definition
slipper /'slipı/ isim terlikI need a pair of slippers. Bir çift terliğe ihtiyacım var. |
|
|
Term
|
Definition
slow /slou/ sıfat yavaş You are too slow. Çok yavaşsın. |
|
|
Term
|
Definition
slowly /'slouli/ zarf yavaş (yavaş) Please drive slowly. Lütfen yavaş sür. |
|
|
Term
|
Definition
small /smo:l/ sıfat küçük Mice have very small eyes. Farelerin çok küçük gözleri vardır. |
|
|
Term
|
Definition
smell /smel/ 1- fiil smelt /smelt/ koklamak; kokmak Can I smell your flowers? Çiçeklerinizi koklayabilir miyim? 2- isim koku What’s this horrible smell? Bu berbat koku ne? |
|
|
Term
|
Definition
smile /smayl/ 1- fiil gülümsemek She smiles at everyone. O herkese gülümser. 2- isim gülümseme You have a lovely smile. Hoş bir gülümsemen var. |
|
|
Term
|
Definition
smiley /'smayli/ isim duygu simgesi, internette duyguları belirtmek için kullanılan karakter(ler) She often sends strange smileys. Sık sık garip duygu simgeleri gönderir. |
|
|
Term
|
Definition
smoke /smouk/ 1- fiil sigara içmek I don't smoke at all. Ben hiç sigara içmem. 2- isim duman There is smoke in the air. Havada duman var. |
|
|
Term
|
Definition
smooth /smu:t/ sıfat düzgün, düz, pürüzsüz This road was smooth last year. Bu yol geçen sene düzgündü. |
|
|
Term
|
Definition
snake /sneyk/ isim yılanThe snake wasn't dangerous. Yılan tehlikeli değildi. |
|
|
Term
|
Definition
sneeze /sni:z/ fiil aksırmak I always sneeze in spring. İlkbaharda hep aksırırım. |
|
|
Term
|
Definition
snow /snou/ 1- isim kar The snow is very deep. Kar çok derin. 2- fiil kar yağmak Did it snow here last winter? Geçen kış burada kar yağdı mı? |
|
|
Term
|
Definition
so /sou/ zarf 1- öyle, böyle "Did she leave?" "I think so." "Gitti mi?" "Sanırım öyle." 2- de, da I like basketball and so does my brother. Basketbolü severim, kardeşim de (sever). 3- çok, öyle The water is so cold! Su çok soğuk! 4- demek (ki) So you don't want to come. Demek gelmek istemiyorsun. 5- bu yüzden He was sick so he didn’t go to school. Hastaydı, bu yüzden okula gitmedi. |
|
|
Term
|
Definition
soap /soup/ isim sabun Wash your hands with soap. Ellerini sabunla yıka. |
|
|
Term
|
Definition
soccer /'sokı/ isim futbol Why is soccer so popular? Futbol neden bu kadar popüler? |
|
|
Term
|
Definition
social /'souşıl/ sıfat toplumsal There are a lot of social problems. Birçok toplumsal sorun var. |
|
|
Term
|
Definition
society /sı'sayıti/ isim toplum; topluluk; sosyete He is a danger to society. O toplum için bir tehlikedir. |
|
|
Term
|
Definition
sock /sok/ isim kısa çorap I can't find my socks! Çoraplarımı bulamıyorum! |
|
|
Term
|
Definition
sofa /'soufı/ isim kanepe Let's sit on the sofa. Kanepeye oturalım. |
|
|
Term
|
Definition
soft /soft/ sıfat yumuşak This bed is very soft. Bu yatak çok yumuşak. |
|
|
Term
|
Definition
software /'softweı/ isim yazılım Microsoft is famous for its softwares. Microsoft yazılımları ile ünlüdür. |
|
|
Term
|
Definition
soil /soyl/ isim toprak Turkey has rich soil. Türkiye'nin zengin toprağı vardır. |
|
|
Term
|
Definition
sold /sould/ fiil bkz. sell;He sold his car last week. Geçen hafta arabasını sattı. |
|
|
Term
|
Definition
soldier /'soulcı/ isim asker I don't want to be a soldier. Asker olmak istemiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
solicitor /sı'lisitı/ isim avukat, dava vekili He became a solicitor after finishing law school. Hukuğu bitirdikten sonra avukat oldu. |
|
|
Term
|
Definition
solution /sı'lu:şın/ isim çözüm What is the best solution to this problem? Bu problemin en iyi çözümü nedir? |
|
|
Term
|
Definition
solve /solv/ fiil çözmek, halletmek Don’t worry. We will solve this problem. Merak etme. Bu sorunu çözeceğiz. |
|
|
Term
|
Definition
some /sam/ zamir 1- biraz; birkaç I need some sugar. Biraz şekere ihtiyacım var. 2- bazı, kimi Some students are absent. Bazı öğrenciler yok. |
|
|
Term
|
Definition
somebody /'sambıdi/ zamir birisi Somebody has eaten my apple. Birisi elmamı yemiş. |
|
|
Term
|
Definition
someone /'samwan/ zamir birisi There's someone at the door. Kapıda birisi var. |
|
|
Term
|
Definition
something /'samting/ zamir bir şey I want to tell you something. Sana bir şey söylemek istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
sometimes /'samtaymz/ zarf bazen Sometimes I watch TV. Bazen televizyon izlerim. |
|
|
Term
|
Definition
somewhere /'samweı/ zarf bir yerde, bir yereLet's go somewhere else. Başka bir yere gidelim. |
|
|
Term
|
Definition
son /san/ isim oğul How is your son? Oğlun nasıl? |
|
|
Term
|
Definition
song /song/ isim şarkı, türkü I like this song very much. Bu şarkıyı çok seviyorum. |
|
|
Term
|
Definition
son-in-law /'saninlo:/ isim damatHis son-in-law works in a bank. Damadı bir bankada çalışıyor. |
|
|
Term
|
Definition
soon /su:n/ zarf 1- yakında, birazdan I will finish this work soon. Bu işi yakında bitireceğim. 2- erken He came too soon. Çok erken geldi. |
|
|
Term
|
Definition
sore /so:/ sıfat ağrılı, acıyan My feet are sore. Ayaklarım ağrıyor. |
|
|
Term
|
Definition
sorry /'sori/ 1- sıfat üzgün Why is he sorry? O neden üzgün? 2- ünlem Sorry!, I'm sorry! Affedersiniz!, Özür dilerim! Sorry! I've lost your book. Affedersin! Kitabını kaybettim. |
|
|
Term
|
Definition
sort /so:t/ isim tür, cins, çeşit What sort of thing are you looking for? Ne tür bir şey arıyorsunuz? |
|
|
Term
|
Definition
sound /saund/ isim ses Can you hear the sound of music? Müziğin sesini duyabiliyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
soup /su:p/ isim çorba Would you like some soup? Biraz çorba ister misiniz? |
|
|
Term
|
Definition
sour /sauı/ sıfat ekşi This lemon is very sour. Bu limon çok ekşi. |
|
|
Term
|
Definition
south /saut/ isim güney Antalya is in the south of Turkey. Antalya Türkiye'nin güneyindedir. |
|
|
Term
|
Definition
space /speys/ isim 1- uzay Yuri Gagarin was the first astronaut who went into space. Yuri Gagarin uzaya giden ilk astronottu. 2- alan, yer We need more space. Daha çok alana ihtiyacımız var. |
|
|
Term
|
Definition
spaceship /'speysşip/ isim uzay gemisi The spaceship came from Mars. Uzay gemisi Mars'tan geldi. |
|
|
Term
|
Definition
spade /speyd/ isim bahçıvan beli, kürek He dug the hole with a spade. Çukuru bir belle kazdı. |
|
|
Term
|
Definition
spaghetti /spı'geti/ isim spagetti, çubuk makarna We ate spaghetti in an Italian restaurant. Bir İtalyan lokantasında spagetti yedik. |
|
|
Term
|
Definition
spam /spem/ isim istenmeyen e-posta, e-posta sağanağı I hate receiving spams. İstenmeyen e-postalardan nefret ediyorum. |
|
|
Term
|
Definition
spare /speı/ sıfat yedek Have you checked the spare wheel? Yedek lastiği kontrol ettin mi? |
|
|
Term
|
Definition
sparrow /’sperou/ isim serçe The sparrow is a small bird. Serçe küçük bir kuştur. |
|
|
Term
|
Definition
speak /spi:k/ fiil spoke /spouk/, spoken /'spoukın/ konuşmak I want to speak to you. Seninle konuşmak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
speaker /'spi:kı/ isim 1- konuşmacı He is not a good speaker. İyi bir konuşmacı değildir. 2- hoparlör One of the speakers of the computer is not working. Bilgisayar hoparlörlerinden biri çalışmıyor. |
|
|
Term
|
Definition
special /'speşıl/ sıfat özel This is a special day for me. Bu benim için özel bir gün. |
|
|
Term
|
Definition
specialist /'speşılist/ isim uzman You should consult a specialist. Bir uzmana danışmalısın. |
|
|
Term
|
Definition
species /'spi:şi:z/ isim tür, cins Pandas are a rare species. Pandalar nadir türlerdir. |
|
|
Term
|
Definition
specific /spı'sifik/ sıfat 1- özel, hususi We should mind their specific needs. Onların özel gereksinimlerini göz önüne almalıyız. 2- açık, kesin, tam, net I asked him to be more specific. Ondan daha net olmasını istedim. |
|
|
Term
|
Definition
spectator /spek'teytı/ isim seyirci, izleyici There weren't many spectators at the football match yesterday. Dün futbol maçında fazla seyirci yoktu. |
|
|
Term
|
Definition
speech /spi:ç/ isim konuşma His speech was boring. Konuşması sıkıcıydı. |
|
|
Term
|
Definition
speed /spi:d/ isim hız What's the speed limit in the city? Şehir içinde hız sınırı kaç? |
|
|
Term
|
Definition
spend /spend/ fiil spent /spent/ 1- harcamak Have you spent all your money? Bütün paranı harcadın mı? 2- (vakit) geçirmek Where did you spend your holiday? Tatilini nerede geçirdin? |
|
|
Term
|
Definition
spice /spays/ isim baharat Did you add spice to the soup? Çorbaya baharat kattın mı? |
|
|
Term
|
Definition
spider /'spaydı/ isim örümcek That spider is poisonous. Şu örümcek zehirlidir. |
|
|
Term
|
Definition
spinach /'spinic/ isim ıspanak She ate the spinach. Ispanağı yedi. |
|
|
Term
|
Definition
spirit /'spirit/ isim ruh, can Our great leader is dead, but his spirit still lives on. Yüce önderimiz öldü, ancak onun ruhu hâlâ yaşıyor. |
|
|
Term
|
Definition
spoil /spoyl/ fiil spoilt /spoylt/ bozmak, mahvetmek He spoilt my plans. Planlarımı bozdu. |
|
|
Term
|
Definition
spoke /spouk/ fiil bkz. speak; He spoke to me yesterday. Benimle dün konuştu. |
|
|
Term
|
Definition
spoken /'spoukın/ fiil bkz. speak; Jane hasn’t spoken to me since we got divorced. Jane boşandığımızdan beri benimle konuşmadı. |
|
|
Term
|
Definition
sponge /spanc/ isim sünger Sponges are very expensive. Süngerler çok pahalı. |
|
|
Term
|
Definition
spoon /spu:n/ isim kaşık This spoon is dirty. Bu kaşık kirli. |
|
|
Term
|
Definition
sport /spo:t/ isim spor What sports do you like? Ne sporlarından hoşlanırsın? |
|
|
Term
|
Definition
spring /spring/ isim ilkbahar Spring is the season before summer. İlkbahar yazdan önceki mevsimdir. |
|
|
Term
|
Definition
spy /spay/ isim casus James Bond is a famous spy. James Bond ünlü bir casustur. |
|
|
Term
|
Definition
squirrel /'skwirıl/ isim sincap The squirrel picked nuts for winter. Sincap kış için fındık topladı. |
|
|
Term
|
Definition
stadium /'steydiım/ isim stadyum The football stadium was full. Futbol stadyumu doluydu. |
|
|
Term
|
Definition
stage /steyc/ isim sahne The clown was on the stage. Palyaço sahnedeydi. |
|
|
Term
|
Definition
stairs /steız/ isim merdiven I met him on the stairs. Onunla merdivende karşılaştım. |
|
|
Term
|
Definition
stamp /stemp/ isim pul She put a stamp on the letter. Mektubun üstüne bir pul koydu. |
|
|
Term
|
Definition
stand /stend/ fiil stood /stud/ 1- ayakta durmak, dikelmek Don't stand in front of the TV. Televizyonun önünde dikelme. 2- stand up ayağa kalkmak You don't have to stand up. Ayağa kalkmak zorunda değilsiniz. |
|
|
Term
|
Definition
standard /'stendıd/ isim, sıfat standart There will be new standards for hospital cleanness. Hastane temizliği için yeni standartlar olacak. |
|
|
Term
|
Definition
star /sta:/ isim yıldız Look at the stars in the sky. Gökteki yıldızlara bak. |
|
|
Term
|
Definition
stare /steı/ fiil dik dik bakmak Why are you staring at me? Neden bana dik dik bakıyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
start /sta:t/ fiil başlamak; başlatmak She started to cry. Ağlamaya başladı. |
|
|
Term
|
Definition
starve /sta:v/ fiil açlıktan ölmek If you don't eat, you starve. Yemezsen açlıktan ölürsün. |
|
|
Term
|
Definition
state /steyt/ 1- isim devlet The railways are under the state control. Demiryolları devlet denetimi altındadır. 2- isim hal, durum I was in a terrible state in hospital. Hastanede çok kötü durumdaydım. 3- fiil belirtmek, bildirmek, anlatmak Clearly state your name and your telephone number. Adınızı ve telefon numaranızı açıkça belirtin. |
|
|
Term
|
Definition
station /'steyşın/ isim istasyon The train stopped at the station. Tren istasyonda durdu. |
|
|
Term
|
Definition
statue /'steçu:/ isim heykel, yontu There are many statues of Atatürk in Istanbul. İstanbul'da birçok Atatürk heykeli vardır. |
|
|
Term
|
Definition
stay /stey/ fiil kalmak We are staying in a hotel. Bir otelde kalıyoruz. |
|
|
Term
|
Definition
steak /steyk/ isim biftek I had steak for dinner. Akşam yemeğinde biftek yedim. |
|
|
Term
|
Definition
steal /sti:l/ fiil stole /stoul/, stolen /'stoulın/ çalmak He often steals other people's money. O sık sık başkalarının parasını çalar. |
|
|
Term
|
Definition
steam /sti:m/ isim buhar, buğu There is steam on the windows. Camlarda buğu var. |
|
|
Term
|
Definition
steel /sti:l/ isim çelik Steel is a very hard metal. Çelik çok sert bir metaldir. |
|
|
Term
|
Definition
step /step/ isim adım The baby took three steps forward and fell. Bebek ileriye üç adım attı ve düştü. |
|
|
Term
|
Definition
stereo / steriou/ isim müzik seti Do you have a stereo? Müzik setin var mı? |
|
|
Term
|
Definition
stick /stik/ 1- fiil stuck /stak/ saplamak; saplanmak He stuck a pin into the cloth. Kumaşa bir iğne sapladı. 2- fiil yapışmak; yapıştırmak I forgot to stick a stamp on the letter. Mektuba pul yapıştırmayı unuttum. 3- isim sopa, değnekHe hit me with a stick. Bana sopayla vurdu. |
|
|
Term
|
Definition
still /stil/ 1- zarf hâlâ He is still sleeping. Hâlâ uyuyor. 2- sıfat hareketsiz Stand still! Hareketsiz dur! |
|
|
Term
|
Definition
sting /sting/ fiil stung /stang/ sokmak An insect stung me. Beni bir böcek soktu. |
|
|
Term
|
Definition
stock /stok/ isim stok We have large stocks of food in the shop. Mağazada büyük yiyecek stoğumuz var. |
|
|
Term
|
Definition
stocking /'stoking/ isim uzun çorap I've lost one of my stockings. Uzun çoraplarımdan birini kaybettim. |
|
|
Term
|
Definition
stole /stoul/ fiil bkz. steal; He stole my camera. Fotoğraf makinemi çaldı. |
|
|
Term
|
Definition
stolen /'stoulın/ fiil bkz. steal;The burglars have stolen everything! Hırsızlar her şeyi çalmışlar! |
|
|
Term
|
Definition
stomach /'stamık/ isim mide All food passes through the stomach. Bütün yiyecekler mideden geçer. |
|
|
Term
|
Definition
stone /stoun/ isim taş The stone was heavy. Taş ağırdı. |
|
|
Term
|
Definition
stood /stud/ fiil bkz. stand; He stood near the window. Pencerenin yanında durdu. |
|
|
Term
|
Definition
stool /stu:l/ isim tabure She sat on a stool. Bir tabureye oturdu. |
|
|
Term
|
Definition
stop /stop/ fiil durmak; durdurmak Stop here please. Burada dur lütfen. |
|
|
Term
|
Definition
store /sto:/ 1- fiil depolamak, saklamak We must store some of this food. Bu yiyeceğin birazını saklamalıyız. 2- isim büyük mağaza, dükkân I went to the furniture store yesterday. Dün mobilya mağazasına gittim. |
|
|
Term
|
Definition
storm /sto:m/ isim fırtına The storm destroyed the buildings. Fırtına binaları yıktı. |
|
|
Term
|
Definition
story /'sto:ri/ isim hikâye, öykü She read the children a story. Çocuklara bir öykü okudu. |
|
|
Term
|
Definition
stove /stouv/ isim soba The stove is in the kitchen. Soba mutfaktadır. |
|
|
Term
|
Definition
straight /streyt/ zarf dümdüz, düz Go straight ahead. Dümdüz ileri git. |
|
|
Term
|
Definition
strange /streync/ sıfat acayip, garip She told me a very strange story. Bana çok garip bir hikâye anlattı. |
|
|
Term
|
Definition
stranger /'streyncı/ isim yabancı I'm a stranger here. Ben buraların yabancısıyım. |
|
|
Term
|
Definition
strawberry /'stro:bıri/ isim çilekDo you like strawberry jam? Çilek reçeli sever misin? |
|
|
Term
|
Definition
stream /stri:m/ isim ırmak Let’s have a swim in the stream! Hadi ırmakta yüzelim. |
|
|
Term
|
Definition
street /stri:t/ isim cadde, sokakThe street is very narrow. Cadde çok dar. |
|
|
Term
|
Definition
strength /strengt/ isim kuvvet, güç You don't need much strength to take part in this sport. Bu spora katılmak için çok güce ihtiyacınız yoktur. |
|
|
Term
|
Definition
stress /stres/ isim gerilim, gerginlik I have been under a lot of stress lately. Son zamanlarda çok gerginlik içindeyim. |
|
|
Term
|
Definition
strict /strikt/ sıfat sıkı, dikkatli, tam This game has strict rules. Bu oyunun sıkı kuralları var. |
|
|
Term
|
Definition
strike /strayk/ 1- fiil struck /strak/ vurmak He struck the thief. Hırsıza vurdu. 2- isim grev The strike lasted six months. Grev 6 ay sürdü. 3- go on strike grev yapmak The workers went on strike. İşçiler grev yaptı. |
|
|
Term
|
Definition
stripe /strayp/ isim kumaş yolu, çizgi, çubuk His uniform has blue stripes. Üniformasında mavi çizgiler var. |
|
|
Term
|
Definition
strong /strong/ sıfat güçlüI'm stronger than you. Ben senden daha güçlüyüm. |
|
|
Term
|
Definition
strongly /'strongli/ zarf kuvvetle, şiddetle, sertçe They are strongly against this idea. Bu fikre şiddetle karşılar. |
|
|
Term
|
Definition
structure /'strakçı/ isim yapı The structure of this text is very unusual. Bu metnin yapısı çok sıradışı. |
|
|
Term
|
Definition
stubborn /'stabın/ sıfat inatçıMy donkey is very stubborn. Eşeğim çok inatçı. |
|
|
Term
|
Definition
stuck /stak/ fiil bkz. stick; I stuck a pin in the board. Tahtaya bir toplu iğne sapladım. |
|
|
Term
|
Definition
student /'styu:dınt/ isim öğrenci The students worked very hard for the exam. Öğrenciler sınav için çok sıkı çalıştılar. |
|
|
Term
|
Definition
studio /'styu:diou/ isim stüdyo The artist has a studio here. Sanatçının burada bir stüdyosu var. |
|
|
Term
|
Definition
study /'stadi/ fiil (ders) çalışmak, okumakWhere do you study? Nerede okuyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
stupid /'styu:pid/ sıfat 1- aptal, salak He is really stupid. O gerçekten salak. 2- saçma What a stupid sentence! Ne saçma bir cümle! |
|
|
Term
|
Definition
subject /'sabcikt/ isim konu I don't have any opinions on that subject. O konuda hiç fikrim yok. |
|
|
Term
|
Definition
submarine /sabmı'ri:n/ isim denizaltı The submarine dived deep under the sea. Denizaltı denizin altına, derine daldı. |
|
|
Term
|
Definition
substance /'sabstıns/ isim madde, cisimWhat is that substance? O cisim ne? |
|
|
Term
|
Definition
subway /'sabwey/ isim 1- yeraltı geçidi Where's the subway? Yeraltı geçidi nerede? 2- metro I want to go there by subway. Oraya metroyla gitmek istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
succeed /sık'si:d/ fiil başarmak He succeeded after three years of hard work. Üç yıl sıkı çalıştıktan sonra başardı. |
|
|
Term
|
Definition
success /sık'ses/ isim başarı The meeting was a great success. Toplantı büyük bir başarıydı. |
|
|
Term
|
Definition
successful /sık'sesfıl/ sıfat başarılı The play was very successful. Oyun çok başarılıydı. |
|
|
Term
|
Definition
such /saç/ zamir böyle, şöyle, öyle I've never seen such a silly film! Böyle aptalca bir film hiç görmemiştim. |
|
|
Term
|
Definition
suck /sak/ fiil emmek I used to suck my thumb when I was a child. Çocukken başparmağımı emerdim. |
|
|
Term
|
Definition
sudden /'sadın/ sıfat ani It was a sudden attack, wasn't it? Ani bir saldırıydı, değil mi? |
|
|
Term
|
Definition
suddenly /'sadınli/ zarf aniden, birdenbire Suddenly it started to rain. Aniden yağmur yağmaya başladı. |
|
|
Term
|
Definition
suffer /'safı/ fiil acı çekmek He was suffering great pain. Büyük acı çekiyordu. |
|
|
Term
|
Definition
sugar /'şugı/ isim şeker She put sugar into the bowl. Kâseye şeker koydu. |
|
|
Term
|
Definition
suggest /sı'cest/ fiil önermek I suggest that we (should) leave early. Erken gitmeyi öneriyorum. |
|
|
Term
|
Definition
suggestion /sı'cesçın/ isim öneri They refused my suggestion. Önerimi reddettiler. |
|
|
Term
|
Definition
suit /su:t/ 1- isim takım elbise, takım He wore a black suit. Siyah bir takım elbise giydi. 2- fiil yakışmak, açmak That colour suits you. O renk sana yakışıyor. |
|
|
Term
|
Definition
sum /sam/ isim toplam, tutar They had a large sum of money. Onların çok miktarda parası vardı. |
|
|
Term
|
Definition
summer /'samı/ isim yaz Summer is the hottest season. Yaz en sıcak mevsimdir. |
|
|
Term
|
Definition
sun /san/ isim güneş The sun is very hot in summer. Güneş yazın çok sıcak. |
|
|
Term
|
Definition
sunflower /'sanflauı/ isim ayçiçeği, günebakan Sunflowers follow the sun. Ayçiçekleri güneşi izlerler. |
|
|
Term
|
Definition
sung /sang/ fiil bkz. sing; He hasn't sung his new song yet. Yeni şarkısını henüz söylemedi. |
|
|
Term
|
Definition
sunglasses /'sangla:siz/ isim güneş gözlüğü I left my sunglasses in the car. Güneş gözlüğümü arabada bıraktım. |
|
|
Term
|
Definition
sunk /sank/ fiil bkz. sink; The ship sunk. Gemi battı. |
|
|
Term
|
Definition
sunlight /'sanlayt/ isim güneş ışığı Our new flat gets a lot of sunlight. Yeni dairemiz çok güneş ışığı alıyor. |
|
|
Term
|
Definition
sunny /'sani/ sıfat güneşli Today is very sunny. Bugün hava çok güneşli |
|
|
Term
|
Definition
sunrise /'sanrayz/ isim gündoğumu, güneş doğması They watched the sunrise. Güneşin doğuşunu seyrettiler. |
|
|
Term
|
Definition
sunset /'sanset/ isim günbatımı, gurup I'll be there before sunset. Günbatımından önce orada olacağım. |
|
|
Term
|
Definition
sunshine /'sanşayn/ isim güneş ışığı Don’t sit long in the sunshine. Güneş ışığında uzun oturmayın. |
|
|
Term
|
Definition
supermarket /'su:pıma:kit/ isim süpermarket The supermarket is open on sundays. Süpermarket pazar günleri açık. |
|
|
Term
|
Definition
supper /'sapı/ isim akşam yemeği Your supper is ready. Akşam yemeğin hazır. |
|
|
Term
|
Definition
supply /sı'play/ 1- fiil tedarik etmek, sağlamak, vermek They supply the school with water and food. Okula su ve yiyecek veriyorlar. 2- isim tedarik, miktar We need a large supply of gas in winter. Kışın çok miktarda doğal gaza ihtiyacımız oluyor. |
|
|
Term
|
Definition
support /sı'po:t/ 1- fiil desteklemek I support your plan. Senin planını destekliyorum. 2- isim destek We need support from parents. Anne babaların desteğine ihtiyaç duyarız. |
|
|
Term
|
Definition
suppose /sı'pouz/ fiil sanmak I suppose I'd better do some homework. Sanırım biraz ödev yapsam iyi olur. |
|
|
Term
|
Definition
sure /şuı/ sıfat emin Are you sure that you saw her? Onu gördüğünden emin misin? |
|
|
Term
|
Definition
surf /sö:f/ fiil sörf yapmak, gezinmek He surfs the internet every day. Her gün internette gezinir. |
|
|
Term
|
Definition
surface /'sö:fis/ isim yüzey What is on the surface of the moon? Ayın yüzeyinde ne var? |
|
|
Term
|
Definition
surname /'sö:neym/ isim soyad What is your surname? Soyadın ne? |
|
|
Term
|
Definition
surprise /sı'prayz/ 1- fiil şaşırtmak He always surprises me. Beni hep şaşırtır. 2- isim sürpriz I have a surprise for you. Sana bir sürprizim var. |
|
|
Term
|
Definition
surprising /sı'prayzing/ sıfat şaşırtıcı The news was very surprising. Haber çok şaşırtıcıydı. |
|
|
Term
|
Definition
survey /'sö:vey/ isim anket Do you know the result of the survey? Anket sonucunu biliyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
suspicious /sıs'pişıs/ sıfat kuşkulanan, kuşkucu I'm suspicious of that man. O adamdan kuşkulanıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
swallow /'swolou/ fiil yutmak I can't swallow this pill. Bu hapı yutamam. |
|
|
Term
|
Definition
swam /swem/ fiil bkz. swim; We swam to the island. Adaya yüzdük. |
|
|
Term
|
Definition
swan /swon/ isim kuğu I like swans very much. Kuğuları çok severim. |
|
|
Term
|
Definition
swear /sweı/ fiil swore /swo:/, sworn /swo:n/ 1- yemin etmek I swear I told you the truth. Yemin ederim sana doğruyu söyledim. 2- küfretmek, sövmek When he is very angry he swears. Çok kızgın olduğu zaman küfreder. |
|
|
Term
|
Definition
sweat /swet/ fiil terlemek I started to sweat. Terlemeye başladım. |
|
|
Term
|
Definition
sweater /'swetı/ isim süveter, kazak Put your sweater on! Süveterini giy! |
|
|
Term
|
Definition
sweep /swi:p/ fiil swept /swept/ süpürmek, temizlemek She sweeps all the floors every day. Her gün bütün yerleri süpürür. |
|
|
Term
|
Definition
sweet /swi:t/ sıfat tatlı; şekerli The tea was very sweet. Çay çok şekerliydi. |
|
|
Term
|
Definition
swell /swel/ fiil swelled /sweld/, swollen /'swoulın/ şişmek, kabarmak Rice swells when you cook it. Pirinci pişirince kabarır. |
|
|
Term
|
Definition
swim /swim/ fiil swam /swem/, swum /swam/ yüzmekI like to swim in the sea. Denizde yüzmeyi severim. |
|
|
Term
|
Definition
swimmer /'swimı/ isim yüzücü Mark is a good swimmer. Mark iyi bir yüzücü. |
|
|
Term
|
Definition
swimming pool /'swiming pu:l/ isim yüzme havuzu There are too many people in the swimming pool. Havuzda çok insan var. |
|
|
Term
|
Definition
switch /swiç/ 1- isim anahtar, düğme Where is the switch? Düğme nerde? 2- switch off (elektrik) düğmesini kapamak Switch off the radiator. Radyatörün düğmesini kapa. 3- switch on elektrik düğmesini açmak Switch on the television. Televizyonu aç. |
|
|
Term
|
Definition
swollen /'swoulın/ sıfat bkz. swell; Your hands have swollen. Ellerin şişmiş. |
|
|
Term
|
Definition
sword /so:d/ isim kılıç We saw the swords at the museum. Müzedeki kılıçları gördük. |
|
|
Term
|
Definition
swum /swam/ fiil bkz. swim;Have you swum in this lake before? Daha önce bu gölde yüzmüş müydün? |
|
|
Term
|
Definition
syllable /'silıbıl/ isim hece"Ball" is only one syllable. "Ball" sadece tek hecedir. |
|
|
Term
|
Definition
system /'sistım/ isim sistem, dizge What do you think of the education system? Eğitim sistemi hakkında ne düşünüyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
table /'teybıl/ isim masa This table is always dusty. Bu masa hep tozlu |
|
|
Term
|
Definition
table tennis /'teybıl 'tenis/ isim masa tenisi I used to play table tennis. Eskiden masa tenisi oynardım. |
|
|
Term
|
Definition
tailor /'teylı/ isim terzi My tailor sews beautiful clothes. Terzim güzel elbiseler diker. |
|
|
Term
|
Definition
take /teyk/ fiil took /tuk/, taken /'teykın/ almak, götürmek Take the book from the table. Kitabı masadan al. |
|
|
Term
|
Definition
talk /to:k/ fiil konuşmak I talk to my mother every day on the phone. Annemle her gün telefonda konuşurum. |
|
|
Term
|
Definition
talkative /'to:kıtiv/ sıfat konuşkan, geveze Jack is very talkative. Jack çok konuşkandır. |
|
|
Term
|
Definition
tall /to:l/ sıfat uzun boylu; yüksek My father is taller than me. Babam benden daha uzun boylu. |
|
|
Term
|
Definition
tangerine /tencı'ri:n/ isim mandalina The tangerine was very sweet. Mandalina çok tatlıydı. |
|
|
Term
|
Definition
tap /tep/ isim muslukThis tap is leaking. Bu musluk sızdırıyor. |
|
|
Term
|
Definition
tape /teyp/ isim bant, şerit Put the tape in the tape recorder. Bandı teybe koy. |
|
|
Term
|
Definition
tape recorder /'teyp-riko:dı/ isim teyp The tape-recorder is broken. Teyp bozuk. |
|
|
Term
|
Definition
taste /teyst/ 1- fiil tatmak I tasted the soup. Çorbayı tattım. 2- fiil tadı olmak, tat vermek This soup tastes sour. Bu çorbanın ekşi tadı var. 3- isim tat This melon has no taste. Bu kavunun hiç tadı yok. |
|
|
Term
|
Definition
taught /to:t/ fiil bkz. teach; The teacher taught us the future tense. Öğretmen bize gelecek zamanı öğretti. |
|
|
Term
|
Definition
tax /teks/ isim vergi I have paid my taxes to the government. Hükümete vergilerimi ödedim. |
|
|
Term
|
Definition
taxi /'teksi/ isim taksi I came by taxi. Taksiyle geldim. |
|
|
Term
|
Definition
tea /ti:/ isim çay Do you want some tea? Biraz çay ister misin? |
|
|
Term
|
Definition
teach /ti:ç/ fiil taught /to:t/ öğretmek; ders vermek Teach me how to dance. Bana dans etmesini öğret. |
|
|
Term
|
Definition
teacher /'ti:çı/ isim öğretmen She is a good teacher. O iyi bir öğretmendir. |
|
|
Term
|
Definition
teaching /'ti:çing/ isim öğretim, öğretmenlik She loves teaching. Öğretmenliği seviyor. |
|
|
Term
|
Definition
team /ti:m/ isim takımMy team won the basketball match. Takımım basketbol maçını kazandı. |
|
|
Term
|
Definition
teapot /'ti:pot/ isim çaydanlık, demlik Please bring the teapot from the kitchen. Lütfen mutfaktan çaydanlığı getir. |
|
|
Term
|
Definition
tear1 /teı/ fiil tore /to:/, torn /to:n/ yırtmak; yırtılmak How did you tear your shirt? Gömleğini nasıl yırttın? |
|
|
Term
|
Definition
tear2 /tiı/ isim gözyaşı She was in tears. Gözyaşları içindeydi. |
|
|
Term
|
Definition
technique /tek'ni:k/ isim teknik, yordam He used a new technique to do his work. İşini yapmak için yeni bir teknik kullandı. |
|
|
Term
|
Definition
technology /tek'nolıci/ isim teknoloji Technology is changing fast. Teknoloji hızla değişiyor. |
|
|
Term
|
Definition
teeth /ti:t/ isim dişler (tekili tooth) You should brush your teeth every day. Dişlerini her gün fırçalamalısın. |
|
|
Term
|
Definition
telegram /'teligrem/ isim telgraf, telyazı I got a telegram yesterday. Dün bir telgraf aldım. |
|
|
Term
|
Definition
telegraph /'teligra:f/ isim telgraf They sent the news by telegraph. Haberi telgrafla yolladılar. |
|
|
Term
|
Definition
telephone /'telifoun/ 1- isim telefon The telephone isn't working. Telefon çalışmıyor. 2- fiil telefon etmekI must telephone my mother immediately. Hemen anneme telefon etmeliyim. |
|
|
Term
|
Definition
teletext /'telitekst/ isim teletekst, yazı görüntüleme Teletexts are widely used in many fields. Teletekstler birçok alanda yaygın olarak kullanılıyor. |
|
|
Term
|
Definition
television /'telivijın/ isim televizyon This television is very old. Bu televizyon çok eski. |
|
|
Term
|
Definition
tell /tel/ fiil told /tould/ anlatmak, söylemek He tells me lies all the time. Bana her zaman yalan söyler. |
|
|
Term
|
Definition
temperature /'temprıçı/ isim ısı The temperature was 40°C today. Bugün ısı 40 dereceydi. |
|
|
Term
|
Definition
temporary /'tempırıri/ sıfat geçici Don’t worry. This is a temporary situation. Endişelenme. Bu geçici bir durum. |
|
|
Term
|
Definition
tenant /'tenınt/ isim kiracı Are you happy with your tenant? Kiracından memnun musun? |
|
|
Term
|
Definition
tennis /'tenis/ isim tenis Can you play tennis? Tenis oynayabilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
tent /tent/ isim çadır They slept in a tent. Bir çadırda uyudular. |
|
|
Term
|
Definition
term /tö:m/ isim sömestir, yarıyıl How long is this term? Bu yarıyıl ne kadar sürüyor? |
|
|
Term
|
Definition
terrific /tı'rifik/ sıfat çok iyi, olağanüstü I had a terrific holiday. Çok iyi bir tatil yaptım. |
|
|
Term
|
Definition
territory /'teritıri/ isim toprak, arazi This territory belongs to natives. Bu arazi yerlilere ait. |
|
|
Term
|
Definition
test /test/ isim test Have you passed the test? Testi geçtin mi? |
|
|
Term
|
Definition
text /tekst/ isim metin The text was written by the headmaster. Metin müdür tarafından yazılmıştı. |
|
|
Term
|
Definition
textbook /'tekstbuk/ isim ders kitabı Our new textbook has interesting stories. Yeni ders kitabımızda ilginç hikâyeler var. |
|
|
Term
|
Definition
than /den/ edat -den, -dan I am taller than you. Ben senden daha uzun boyluyum. |
|
|
Term
|
Definition
thank /tenk/ fiil teşekkür etmek Thank you very much. Çok teşekkür ederim. |
|
|
Term
|
Definition
thanks /tenks/ ünlem, isim teşekkürler She accepted the gift with words of thanks. Hediyeyi teşekkür sözleriyle kabul etti. |
|
|
Term
|
Definition
that /det/ zamir (çoğulu those /douz/) 1- şu, o That house is for sale. Şu ev satılık. 2- -dığı, -diğiI knew that she would be late. Geç kalacağını biliyordum. |
|
|
Term
|
Definition
the /di:, dı/ (Adlara belirlilik kavramı veren bir sözcük.) Give me the book. Bana kitabı ver. |
|
|
Term
|
Definition
theatre /'tiıtı/ isim tiyatro Shall we go to the theatre tonight? Bu gece tiyatroya gidelim mi? |
|
|
Term
|
Definition
their /deı/ zamir onların Their house is very big. Onların evi çok büyük. |
|
|
Term
|
Definition
theirs /deız/ zamir onlarınki Is this car theirs? Bu araba onlarınki mi? |
|
|
Term
|
Definition
them /dım, dem/ zamir onları, onlara I will see them tomorrow. Onları yarın göreceğim. |
|
|
Term
|
Definition
themselves /dım'selvz/ zamir kendileri They painted the walls themselves. Duvarları kendileri boyadılar. |
|
|
Term
|
Definition
then /den/ zarf 1- o zaman I'll be in Paris by then. O zamana kadar ben Paris'te olacağım. 2- ondan sonra, daha sonra What did you do then? Ondan sonra ne yaptın? 3- bu durumda, öyleyse Let's go then. Gidelim öyleyse. |
|
|
Term
|
Definition
there /deı/ zarf orada, oraya When did you go there? Oraya ne zaman gittin? |
|
|
Term
|
Definition
thermometer /tı'momitı/ isim termometre The thermometer is broken. Termometre kırık. |
|
|
Term
|
Definition
these /di:z/ zamir bunlar Are these your books? Bunlar senin kitapların mı? |
|
|
Term
|
Definition
they /dey/ zamir onlar They went to America last year. Onlar geçen yıl Amerika'ya gittiler. |
|
|
Term
|
Definition
thick /tik/ sıfat kalın This book is thicker than yours. Bu kitap seninkinden daha kalın. |
|
|
Term
|
Definition
thief /ti:f/ isim hırsız I think Steve is the thief. Bence hırsız Steve'dir. |
|
|
Term
|
Definition
thin /tin/ sıfat ince; zayıf; seyrek That man is very thin. Şu adam çok zayıf. |
|
|
Term
|
Definition
thing /ting/ isim şeyWhat is the name of that thing? O şeyin adı ne? |
|
|
Term
|
Definition
think /tink/ fiil thought /to:t/ 1- düşünmek Can animals think? Hayvanlar düşünebilir mi? 2- sanmak I think it will rain. Sanırım yağmur yağacak. |
|
|
Term
|
Definition
third /tö:d/ sıfat üçüncü This is the third beer you have drunk. Bu içtiğin üçüncü bira. |
|
|
Term
|
Definition
thirsty /'tö:sti/ sıfat susamış I'm thirsty, give me some water. Susadım, bana biraz su ver. |
|
|
Term
|
Definition
this /dis/ zamir (çoğulu these /di:z/) bu This is a dictionary. Bu bir sözlüktür. |
|
|
Term
|
Definition
those /douz/ zamir şunlar, onlar (tekili that) Those shoes are mine. Şu ayakkabılar benim. |
|
|
Term
|
Definition
thought /to:t/ fiil bkz. think; He thought he would go to work in Germany. Almanya'ya çalışmaya gideceğini düşünmüştü. |
|
|
Term
|
Definition
threaten /'tretın/ fiil tehdit etmek Don't threaten me. Beni tehdit etme. |
|
|
Term
|
Definition
threw /tru:/ fiil bkz. throw; He threw the ball. Topu fırlattı. |
|
|
Term
|
Definition
throat /trout/ isim boğaz, gırtlak She had a sore throat. Boğaz ağrısı vardı. |
|
|
Term
|
Definition
throne /troun/ isim taht The king sat on his throne. Kral tahtına oturdu. |
|
|
Term
|
Definition
through /tru:/ edat içinden, arasındanHe walked through the park. Parkın içinden yürüdü. |
|
|
Term
|
Definition
throughout /tru:'aut/ zarf, edat her yanında, baştan başa He travelled throughout the world. Dünyayı baştan başa dolaştı. |
|
|
Term
|
Definition
throw /trou/ fiil threw /tru:/, thrown /troun/ atmak, fırlatmakDon't throw your rubbish in the streets. Çöpünüzü sokaklara atmayın. |
|
|
Term
|
Definition
thumb /tam/ isim başparmak The baby is sucking its thumb. Bebek başparmağını emiyor. |
|
|
Term
|
Definition
thunder /'tandı/ isim gök gürültüsü Can you hear the thunder? Gök gürültüsünü duyabiliyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
thunderstorm /'tandısto:m/ isim yıldırımlı fırtına There was a thunderstorm last night. Dün gece yıldırımlı bir fırtına vardı. |
|
|
Term
|
Definition
thus /das/ zarf böylece, böyle They didn't watch TV, thus they missed the news. Televizyon izlemediler, böylece haberi kaçırdılar. |
|
|
Term
|
Definition
ticket /'tikit/ isim bilet I want two tickets, please. İki bilet istiyorum, lütfen. |
|
|
Term
|
Definition
tidy /'taydi/ sıfat derli toplu, temiz Her room is always very tidy. Onun odası her zaman çok derli topludur. |
|
|
Term
|
Definition
tie /tay/ 1- fiil bağlamak They tied the man to a tree. Adamı bir ağaca bağladılar. 2- isim kravat He wore a white shirt and a black tie. Beyaz bir gömlek ve siyah bir kravat giyiyordu. |
|
|
Term
|
Definition
tiger /'taygı/ isim kaplan Tigers are beautiful but dangerous. Kaplanlar güzeldir ama tehlikelidirler. |
|
|
Term
|
Definition
tight /tayt/ sıfat sıkı, gergin These jeans are too tight. Bu kot pantolon çok sıkı. |
|
|
Term
|
Definition
till /til/ bağlaç kadar, dek I will work till I've finished. Bitirene kadar çalışacağım. |
|
|
Term
|
Definition
time /taym/ isim 1- vakit, zaman Don't waste your time. Zamanını boş yere harcama. 2- defa, kere I've been there 4 times. Oraya dört kere gittim. |
|
|
Term
|
Definition
timetable /'taymteybıl/ isim 1- tarife Have you checked the timetable for the next train? Bir sonraki tren için tarifeye baktın mı? 2- ders programı They have changed the school timetable. Ders programını değiştirmişler. |
|
|
Term
|
Definition
tin /tin/ isim teneke (kutu) Please put the empty tins in the bucket. Lütfen boş, teneke kutuları kovaya koyun. |
|
|
Term
|
Definition
tip /tip/ isim bahşiş We should give the waiter some tip. Garsona biraz bahşiş vermeliyiz. |
|
|
Term
|
Definition
tire /tayı/ fiil yormak His new job tires him. Yeni işi onu yoruyor. |
|
|
Term
|
Definition
tired /'tayıd/ sıfat yorgunI'm very tired. Çok yorgunum. |
|
|
Term
|
Definition
title /'taytıl/ isim (kitap, film, vb. de) adWhat is the title of the film? Filmin adı ne? |
|
|
Term
|
Definition
to /tı, tu:/ edat -e, -a He went to İzmir. O İzmir'e gitti. |
|
|
Term
|
Definition
toast /toust/ isim kızarmış ekmek I want some more toast. Biraz daha kızarmış ekmek istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
tobacco /tı'bekou/ isim tütün Where does tobacco grow in Turkey? Türkiye'de nerede tütün yetişir? |
|
|
Term
|
Definition
today /tı'dey/ zarf bugün Today is Tuesday. Bugün Salı. |
|
|
Term
|
Definition
toe /tou/ isim ayak parmağıI hurt my toes when I was dancing. Dans ederken ayak parmaklarımı incittim. |
|
|
Term
|
Definition
together /tı'gedı/ zarf birlikte They went to the concert together. Konsere birlikte gittiler. |
|
|
Term
|
Definition
toilet /'toylit/ isim tuvalet Where is the toilet? Tuvalet nerede? |
|
|
Term
|
Definition
tomato /tı'matou/ isim domatesGive me another tomato. Bana bir domates daha ver. |
|
|
Term
|
Definition
tomorrow /tı'morou/ zarf yarın What are you doing tomorrow? Yarın ne yapıyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
ton /tan/ isim ton The car weighed a ton. Araba bir ton geldi. |
|
|
Term
|
Definition
tongue /tang/ isim dil The doctor looked at my tongue. Doktor dilime baktı. |
|
|
Term
|
Definition
tonight /tı'nayt/ zarf bu gece, bu akşam Tonight I'm going to the cinema. Bu gece sinemaya gidiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
too /tu:/ zarf de, daWill you come too? Sen de gelecek misin? |
|
|
Term
|
Definition
took /tuk/ fiil bkz. take; He took his daughter to the dentist. Kızını dişçiye götürdü. |
|
|
Term
|
Definition
tool /tu:l/ isim alet Where are my tools? Aletlerim nerede? |
|
|
Term
|
Definition
tooth /tu:t/ isim (çoğulu teeth /ti:t/) diş The dentist wants to pull my tooth out. Dişçi dişimi çekmek istiyor. |
|
|
Term
|
Definition
toothache /'tu:teyk/ isim diş ağrısıI've got toothache. Dişim ağrıyor. |
|
|
Term
|
Definition
toothbrush /'tu:tbraş/ isim diş fırçasıI want to buy a new toothbrush. Yeni bir diş fırçası almak istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
toothpaste /'tu:tpeyst/ isim diş macunu He cleaned his teeth with toothpaste. Diş macunuyla dişlerini temizledi. |
|
|
Term
|
Definition
top /top/ isim tepe, doruk; örtü, kapakHe stood at the top of the hill. Tepenin ucunda durdu. |
|
|
Term
|
Definition
tortoise /'to:tıs/ isim kaplumbağa The tortoise moved very slowly. Kaplumbağa çok yavaş hareket etti. |
|
|
Term
|
Definition
total /'toutıl/ sıfat toplam The total cost of building is still unknown. Binanın toplam maliyeti hâlâ bilinmiyor. |
|
|
Term
|
Definition
touch /taç/ fiil 1- dokunmak Don't touch the paintings. Tablolara dokunma! 2- değmek Your skirt is touching the ground. Eteğin yere değiyor. |
|
|
Term
|
Definition
tour /tuı/ isim tur, gezi They did a tour of Europe. Avrupa turu yaptılar. |
|
|
Term
|
Definition
tourist /'tuırist/ isim turist There are many tourists in Istanbul. İstanbul'da birçok turist var. |
|
|
Term
|
Definition
towards /tı'wo:dz/ edat -e doğru He ran towards the train. Trene doğru koştu. |
|
|
Term
|
Definition
towel /tauıl/ isim havlu He dried himself on the towel. Kendisini havluyla kuruladı. |
|
|
Term
|
Definition
tower /tauı/ isim kule Galata tower is very famous. Galata kulesi çok ünlüdür. |
|
|
Term
|
Definition
town /taun/ isim şehir, kent; kasaba Sinop is a small town. Sinop küçük bir şehirdir. |
|
|
Term
|
Definition
toy /toy/ isim oyuncak The child broke his toy. Çocuk oyuncağını kırdı. |
|
|
Term
|
Definition
tractor /'trektı/ isim traktör That tractor belongs to the farmer. O traktör çiftçiye aittir. |
|
|
Term
|
Definition
trade /treyd/ isim ticaret What trade does your father work in? Baban ne ticaretinde çalışıyor? |
|
|
Term
|
Definition
traditional /trı'dişınıl/ sıfat geleneksel It is our traditional holiday. O bizim geleneksel tatilimizdir. |
|
|
Term
|
Definition
traffic /'trefik/ isim trafik The traffic is very bad. Trafik çok kötü. |
|
|
Term
|
Definition
train /treyn/ 1- isim tren The train is late. Tren geç kaldı. (rötarlı)2- fiil yetiştirmek, eğitmekShe trained her dog well. Köpeğini iyi eğitti. |
|
|
Term
|
Definition
training /'treyning/ isim 1- eğitim He got good training in school. Okulda iyi bir eğitim gördü. 2- antrenman, çalışma You can keep fit through exercise and training. Egzersiz ve idmanlarla formda kalabilirsin. |
|
|
Term
|
Definition
tramp /tremp/ isim serseri The tramp slept under a tree. Serseri bir ağacın altında uyudu. |
|
|
Term
|
Definition
transfer /trens'fö:/ 1- isim transfer The footballer wants a transfer to another team. Futbolcu başka bir takıma transfer olmak istiyor. 2- fiil taşımak, aktarmak, nakletmek He was transferred from the hospital to his home. Hastaneden evine sevk edildi. |
|
|
Term
|
Definition
translate /trens'leyt/ fiil tercüme etmek, çevirmek Can you translate this sentence into Turkish? Bu cümleyi Türkçeye çevirebilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
translation /trens'leyşın/ isim çeviri, tercüme The translation of the book is terrible. Kitabın çevirisi berbat. |
|
|
Term
|
Definition
transport /'trenspo:t/ isim taşıma, taşımacılık, nakliye We need a better public transport system. Daha iyi bir toplu taşıma sistemine ihtiyacımız var. |
|
|
Term
|
Definition
trap /trep/ isim kapan, tuzak He caught a rabbit in the trap. Tuzakla bir tavşan yakaladı. |
|
|
Term
|
Definition
travel /'trevıl/ fiil seyahat etmek I will travel to London by plane. Londra'ya uçakla seyahat edeceğim. |
|
|
Term
|
Definition
tray /trey/ isim tepsi She put the glasses on the tray. Bardakları tepsiye koydu. |
|
|
Term
|
Definition
tread /tred/ fiil trod /trod/, trodden /'trodın/ basmak, çiğnemek Don't tread on the flowers! Çiçeklere basma! |
|
|
Term
|
Definition
treasure /trejı/ isim hazine The pirate ship was full of treasure. Korsan gemisi hazine doluydu. |
|
|
Term
|
Definition
tree /tri:/ isim ağaç There are many birds in this tree. Bu ağaçta birçok kuş var. |
|
|
Term
|
Definition
trial /trayıl/ isim duruşma He lied at the trial. Duruşmada yalan söyledi. |
|
|
Term
|
Definition
trick /trik/ isim hile, düzen, oyun They played tricks on me. Bana oyun oynadılar. |
|
|
Term
|
Definition
trigger /trigı/ isim tetik He pulled the trigger. Tetiği çekti. |
|
|
Term
|
Definition
trip /trip/ isim gezi, gezinti Have a good trip! İyi gezintiler! |
|
|
Term
|
Definition
trod /trod/ fiil bkz. tread; He trod on a broken bottle. Kırık bir şişeye bastı. |
|
|
Term
|
Definition
trodden /'trodın/ fiil bkz. tread;I think I have trodden on a frog. Galiba bir kurbağaya bastım. |
|
|
Term
|
Definition
troop /tru:p/ isim küme, takım, sürü A troop of children are playing outside. Bir sürü çocuk dışarıda oynuyor. 2- askerler, askeri kuvvetler More than 3,000 troops fought in the battle. Muharebede 3.000'den fazla asker çarpıştı. |
|
|
Term
|
Definition
trouble /'trabıl/ isim 1- üzüntü, sıkıntıWhat's your trouble? Sıkıntın ne? 2- bela, dert, sorun You are looking for trouble. Sen bela arıyorsun. 3- be in trouble başı dertte olmakI'm in trouble. Başım dertte. 4- get into trouble başını derde sokmak He got into trouble again. Yine başını derde soktu. |
|
|
Term
|
Definition
trousers /'trauzız/ isim pantolon I'm going to iron my trousers. Pantolonumu ütüleyeceğim. |
|
|
Term
|
Definition
truck /trak/ isim kamyon This truck has 10 wheels. Bu kamyonun 10 tekerleği var. |
|
|
Term
|
Definition
true /tru:/ sıfat doğru, gerçek That news is not true. O haber doğru değil. |
|
|
Term
|
Definition
trumpet /'trampit/ isim borazan I can't play the trumpet. Borazan çalamam. |
|
|
Term
|
Definition
trunks /tranks/ isim erkek mayosu I forgot to bring my trunks! Mayomu getirmeyi unuttum. |
|
|
Term
|
Definition
trust /trast/ fiil güvenmek You can trust me. Bana güvenebilirsin. |
|
|
Term
|
Definition
truth /tru:t/ isim gerçek Tell me the truth. Bana gerçeği söyle. |
|
|
Term
|
Definition
try /tray/ fiil 1- denemek Try this pencil. It's better. Bu kalemi dene. Daha iyi. 2- çalışmak, uğraşmak I'm trying to understand. Anlamaya çalışıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
tube /tyu:b/ isim 1- tüp He opened the tube of toothpaste. Diş macunu tüpünü açtı. 2- boru There's a hole in this tube. Bu boruda bir delik var. |
|
|
Term
|
Definition
tulip /'tyu:lip/ isim lale The garden was full of tulips. Bahçe lalelerle doluydu. |
|
|
Term
|
Definition
tunnel /'tanıl/ isim tünel The tunnel was very dark. Tünel çok karanlıktı. |
|
|
Term
|
Definition
turn /tö:n/ 1- fiil dönmek; döndürmek The car turned the corner. Araba köşeyi döndü. 2- isim sıra It's your turn. Sıra sende. 3- turn off (ışık, televizyon vb.) kapamak Turn the light off. Işığı kapa. 4- turn on (ışık, televizyon vb.) açmakWill you please turn on the radio? Lütfen radyoyu açar mısın? |
|
|
Term
|
Definition
TV /ti: 'vi:/ isim TV, televizyonThere is a good film on TV tonight. Bu gece televizyonda iyi bir film var. |
|
|
Term
|
Definition
tweezers /'twi:zız/ isim cımbız She's looking for the tweezers. Cımbızı arıyor. |
|
|
Term
|
Definition
twice /tways/ zarf iki defa, iki kere I've seen that film twice. O filmi iki kere gördüm. |
|
|
Term
|
Definition
twin /twin/ isim ikiz This is my twin brother. Bu benim ikiz kardeşim. |
|
|
Term
|
Definition
type /tayp/ 1- isim çeşit, tür What type of bird is this? Bu ne tür bir kuş? 2- fiil daktiloyla yazmak Can you type this letter for me? Benim için bu mektubu daktiloyla yazabilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
tyre /tayı/ isim dış lastik The driver had to change the tyre. Şoför dış lastiği değiştirmek zorunda kaldı. |
|
|
Term
|
Definition
ugly /'agli/ sıfat çirkinWhat an ugly building! Ne çirkin bir bina! |
|
|
Term
|
Definition
umbrella /am'brelı/ isim şemsiye I left my umbrella at home. Şemsiyemi evde bıraktım. |
|
|
Term
|
Definition
unbelievable /anbi'li:vıbıl/ sıfat inanılmaz What you did was unbelievable. Yaptığın şey inanılmazdı. |
|
|
Term
|
Definition
uncle /'ankıl/ isim amca, dayı, enişte My uncle is a driver. Dayım şofördür. |
|
|
Term
|
Definition
uncomfortable /an'kamfıtıbıl/ sıfat rahat olmayan, rahatsız This bed is very uncomfortable. Bu yatak çok rahatsız. |
|
|
Term
|
Definition
unconscious /an'konşıs/ sıfat baygın The patient lay unconscious on the bed. Hasta yatakta baygın yattı. |
|
|
Term
|
Definition
under /'andı/ edat altında, altına He hid under the bed. Yatağın altına saklandı. |
|
|
Term
|
Definition
underground /'andıgraund/ isim yeraltı We used the underground passage. Yeraltı geçidini kullandık. |
|
|
Term
|
Definition
understand /andı'stend/ fiil understood /andı'stud/ anlamak I didn't understand anything. Hiçbir şey anlamadım. |
|
|
Term
|
Definition
understanding /andı'stending/ sıfat anlayışlıHe has an understanding boss. Anlayışlı bir patronu var. |
|
|
Term
|
Definition
undertake /andı'teyk/ fiil undertook /andı'tuk/, undertaken /andı'teykın/ üzerine almak, üstlenmekI cannot undertake such a hard task. Böyle zor bir görevi üstlenemem. |
|
|
Term
|
Definition
undertaken /andı'teykın/ fiil bkz. undertake; He has undertaken the job willingly. İşi seve seve üstlendi. |
|
|
Term
|
Definition
undertook /andı'tuk/ fiil bkz. undertake; He undertook to deliver the goods. Malları teslim etmeyi üstlendi. |
|
|
Term
|
Definition
underwear /'andıweı/ isim iç çamaşırı Does that shop sell underwear? Şu dükkân iç çamaşırı satıyor mu? |
|
|
Term
|
Definition
unemployment /anim'ploymınt/ isim işsizlik The unemployment rate is high in this city. Bu şehirde işsizlik oranı yüksektir. |
|
|
Term
|
Definition
unfortunately /an'fo:çınıtli/ zarf maalesef, ne yazık ki Unfortunately, I missed the chance. Maalesef, bu şansı kaçırdım. |
|
|
Term
|
Definition
unhappy /an'hepi/ sıfat mutsuz You look unhappy. Mutsuz görünüyorsun. |
|
|
Term
|
Definition
uniform /'yu:nifo:m/ isim üniforma He had a green uniform on. Üzerinde yeşil bir üniforma vardı. |
|
|
Term
|
Definition
union /'yu:niın/ isim birlik He joined the union last year. Geçen yıl birliğe katıldı. |
|
|
Term
|
Definition
unit /'yu:nit/ isim 1- ünite I didn't study the last unit. Son üniteyi çalışmadım. 2- birim The rouble is the unit of money in Russia. Ruble Rusya'nın para birimidir. |
|
|
Term
|
Definition
united /yu:'naytid/ sıfat birleşmiş, birleşik A united Germany is a much stronger nation. Birleşmiş bir Almanya çok daha güçlü bir ulustur. |
|
|
Term
|
Definition
universe /'yu:nivö:s/ isim evren You are the most beautiful person in the universe. Sen evrendeki en güzel insansın. |
|
|
Term
|
Definition
university /yu:ni'vö:siti/ isim üniversite She is studying law at university. O üniversitede hukuk okuyor. |
|
|
Term
|
Definition
unkind /an'kaynd/ sıfat nezaketsiz, kırıcı, kaba You are very unkind. Çok kabasın. |
|
|
Term
|
Definition
unknown /an'noun/ isim bilinmeyen, meçhul The writer of this song is unknown. Bu şarkının yazarı bilinmiyor. |
|
|
Term
|
Definition
unless /an'les/ bağlaç -mezse, -medikçeI won't go unless you go with me. Sen de benimle gitmezsen gitmem. |
|
|
Term
|
Definition
unload /an'loud/ fiil boşaltmak Can you unload the truck please? Kamyonu boşaltabilir misiniz lütfen? |
|
|
Term
|
Definition
unlock /an'lok/ fiil kilidini açmakUnlock the door! Kapının kilidini aç! |
|
|
Term
|
Definition
unlucky /an'laki/ sıfat şanssız, talihsiz She's very unlucky. O çok şanssız. |
|
|
Term
|
Definition
untidy /an'taydi/ sıfat düzensiz, dağınık Your room is always untidy! Odan hep dağınık! |
|
|
Term
|
Definition
until /an'til/ bağlaç -e kadar, -e dek I won't start until you come. Sen gelene kadar başlamayacağım. |
|
|
Term
|
Definition
unusual /an'yu:juıl/ sıfat alışılmamış, ender, değişik It was an unusual film. Alışılmamış bir filmdi. |
|
|
Term
|
Definition
up /ap/ zarf, edat 1- yukarıya, yukarıda They climbed up the hill. Tepeden yukarıya tırmandılar.2- yukarısında, yukarısınaThere is a cat up the tree. Ağacın yukarısında bir kedi var. |
|
|
Term
|
Definition
upon /ı'pon/ edat üzerinde, üzerine He set the cup upon the table. Fincanı masanın üzerine koydu. |
|
|
Term
|
Definition
upset /ap'set/ sıfat üzgün, üzüntülü He was upset because he wasn’t invited to the party. Partiye davet edilmediği için üzgündü. |
|
|
Term
|
Definition
upstairs /ap'steız/ zarf üst kat; üst kata, üst katta Ali is upstairs. Ali üst katta. |
|
|
Term
|
Definition
urgent /'ö:cınt/ sıfat acil, ivedi The telegram was urgent. Telgraf acildi. |
|
|
Term
|
Definition
us /ıs, as/ zamir bizi, bize She told us a story. Bize bir öykü anlattı. |
|
|
Term
|
Definition
use /yu:z/ fiil kullanmakMay I use your telephone? Telefonunuzu kullanabilir miyim? |
|
|
Term
|
Definition
used /yu:st/ sıfat kullanılmış, eski He wrote on a piece of used paper. Kullanılmış bir kâğıda yazdı. |
|
|
Term
|
Definition
useful /'yu:sfıl/ sıfat faydalı, yararlıThis is a useful dictionary. Bu yararlı bir sözlüktür. |
|
|
Term
|
Definition
useless /'yu:slis/ sıfat yararsız This book is useless. Bu kitap yararsız. |
|
|
Term
|
Definition
user /'yu:zı/ isim kullanıcı, kullanan Some users received strange e-mails. Bazı kullanıcılar garip e-postalar aldı. |
|
|
Term
|
Definition
usual /'yu:juıl/ sıfat her zamanki, alışılmış, olağan He came late as usual. Her zamanki gibi geç geldi. |
|
|
Term
|
Definition
usually /'yu:juıli/ zarf genellikle He usually has lunch at school. Genellikle öğle yemeğini okulda yer. |
|
|
Term
|
Definition
vacancy /'veykınsi/ isim boş yer We don’t have any vacancy in the hotel. Otelde hiç boş yerimiz yok. |
|
|
Term
|
Definition
vaccination /veksi'neyşın/ isim aşı The child had a vaccination against cholera. Çocuk koleraya karşı aşı oldu. |
|
|
Term
|
Definition
vacuum cleaner /'vekyum kli:nı/ isim elektrik süpürgesi I cleaned my room with the vacuum cleaner. Odamı elektrik süpürgesiyle temizledim. |
|
|
Term
|
Definition
vague /veyg/ sıfat belirsiz, anlaşılmaz Her answer was vague. Cevabı belirsizdi. |
|
|
Term
|
Definition
valley /'veli/ isim vadi They live in the valley. Vadide yaşıyorlar. |
|
|
Term
|
Definition
valuable /'velyuıbıl/ sıfat değerli This necklace is very valuable. Bu kolye çok değerli. |
|
|
Term
|
Definition
value /'velyu:/ isim değer The value of the money has fallen a lot. Paranın değeri çok düştü. |
|
|
Term
|
Definition
van /ven/ isim kamyonet He rented a van to move his things. Eşyalarını taşımak için bir kamyonet kiraladı. |
|
|
Term
|
Definition
vanilla /vı'nilı/ isim vanilyaThe cook put a little vanilla in the pudding. Aşçı pudinge biraz vanilya koydu. |
|
|
Term
|
Definition
various /'veıriıs/ sıfat çeşitli, değişik There are various ways of cooking eggs. Yumurtayı pişirmenin değişik yolları var. |
|
|
Term
|
Definition
vase /va:z/ isim vazo There was a red rose in the vase. Vazoda kırmızı bir gül vardı. |
|
|
Term
|
Definition
veal /vi:l/ isim dana eti I bought a kilo of veal. Bir kilo dana eti aldım. |
|
|
Term
|
Definition
vegetable /'vectıbıl/ isim sebze Onion is a vegetable. Soğan bir sebzedir. |
|
|
Term
|
Definition
vein /veyn/ isim damar The doctor couldn’t find the vein in my left arm. Doktor sol kolumdaki damarı bulamadı. |
|
|
Term
|
Definition
velvet /'velvit/ isim kadife She bought a velvet dress. Kadife bir elbise aldı. |
|
|
Term
|
Definition
verb /vö:b/ isim (dilbilgisinde) fiil, eylem"Begin" is a verb. "Başlamak" bir fiildir. |
|
|
Term
|
Definition
very /'veri/ zarf çok You're very clever. Çok akıllısın. |
|
|
Term
|
Definition
vest /vest/ isim fanila Your vest is in the wardrobe. Fanilan giysi dolabında. |
|
|
Term
|
Definition
vicar /'vikı/ isim papaz The vicar lives next to the church. Papaz kilisenin bitişiğinde oturur. |
|
|
Term
|
Definition
victory /'viktıri/ isim zafer Our team had its first victory yesterday. Takımımız dün ilk zaferini elde etti. |
|
|
Term
|
Definition
video /'vidiou/ isim video Have you got a video? Videon var mı? |
|
|
Term
|
Definition
view /vyu:/ isim 1- manzara, görünümWhat a beautiful view! Ne güzel bir manzara! 2- görüşIn my view she's right. Benim görüşüme göre o haklı. |
|
|
Term
|
Definition
village /'vilic/ isim köyI was born in a small village. Ben küçük bir köyde doğdum. |
|
|
Term
|
Definition
vinegar /'vinigı/ isim sirkeI don't like vinegar in my salad. Salatamda sirke sevmem. |
|
|
Term
|
Definition
violet /'vayılıt/ isim menekşe These violets smell beautiful. Bu menekşeler güzel kokuyor. |
|
|
Term
|
Definition
violin /vayı'lin/ isim keman My grandfather used to play the violin. Dedem eskiden keman çalardı. |
|
|
Term
|
Definition
virtue /'vö:çu:/ isim fazilet, erdem Patience is a virtue. Sabır bir erdemdir. |
|
|
Term
|
Definition
vision /'vijın/ isim 1- görme gücü, görüşDoctors say that my vision is very good. Doktorlar görüşümün çok iyi olduğunu söylüyor. 2- ileriyi görme, vizyon We need a man of vision for this job. Bu iş için vizyon sahibi bir adama ihtiyacımız var. |
|
|
Term
|
Definition
visit /'vizit/ 1- isim ziyaret My friend is here for a visit. Arkadaşım ziyaret için burada. 2- fiil ziyaret etmek I visit my aunt twice a week. Haftada iki kere teyzemi ziyaret ederim. |
|
|
Term
|
Definition
visitor /'vizitı/ isim ziyaretçi You've got a visitor. Ziyaretçiniz var. |
|
|
Term
|
Definition
vital /'vaytıl/ sıfat yaşam için gerekli, çok önemli, hayati The question is of vital importance. Sorun, hayati önemi haizdir. |
|
|
Term
|
Definition
vocabulary /vou'kebyulıri/ isim sözcük dağarcığı He has a small vocabulary. Onun küçük bir sözcük dağarcığı var. |
|
|
Term
|
Definition
voice /voys/ isim ses Her voice is very nice. Onun sesi çok güzel. |
|
|
Term
|
Definition
volcano /vol'keynou/ isim yanardağ The volcano erupted and killed many people. Yanardağ patladı ve birçok insanı öldürdü. |
|
|
Term
|
Definition
volleyball /'volibo:l/ isim voleybol We're going to play volleyball this afternoon. Bu öğleden sonra voleybol oynayacağız. |
|
|
Term
|
Definition
vote /vout/ 1- isim oyLet's put it to the vote. Bunu oya koyalım. 2- fiil oy vermek You are too young to vote. Oy vermek için çok gençsin. |
|
|
Term
|
Definition
voucher /'vauçı/ isim senet, makbuz, belge Put the vouchers in this safe. Makbuzları bu kasaya koy. |
|
|
Term
|
Definition
vowel /'vauıl/ isim sesli harf There are 5 vowels in English. İngilizcede 5 tane sesli harf vardır. |
|
|
Term
|
Definition
voyage /'voyic/ isim deniz yolculuğu He went on a voyage to India. Hindistan'a deniz yolculuğuna çıktı. |
|
|
Term
|
Definition
vulture /'valçı/ isim akbaba The vultures ate the dead lion. Akbabalar ölü aslanı yediler. |
|
|
Term
|
Definition
wage(s) /weyc(iz)/ isim ücret What is your weekly wage? Haftalık ücretin ne? |
|
|
Term
|
Definition
waist /weyst/ isim bel She's got a thin waist. Onun ince bir beli var. |
|
|
Term
|
Definition
wait /weyt/ fiil beklemekI'm waiting for the bus. Otobüsü bekliyorum. |
|
|
Term
|
Definition
waiter /'weytı/ isim garson Call the waiter. Garsonu çağır. |
|
|
Term
|
Definition
waitress /'weytris/ isim kadın garson There are 5 waitresses at this restaurant. Bu lokantada 5 kadın garson var. |
|
|
Term
|
Definition
wake /weyk/ fiil woke /wouk/, woken /'woukın/ uyanmak; uyandırmak I woke up at 7 this morning. Bu sabah 7'de uyandım. |
|
|
Term
|
Definition
walk /wo:k/ 1- fiil yürümekWe've been walking for hours. Saatlerdir yürüyoruz. 2- isim yürüyüşLet's have a walk. Bir yürüyüş yapalım. |
|
|
Term
|
Definition
wall /wo:l/ isim duvarI hung the pictures on the wall. Resimleri duvara astım. |
|
|
Term
|
Definition
wallet /'wolit/ isim para cüzdanı The old man dropped his wallet. Yaşlı adam cüzdanını düşürdü. |
|
|
Term
|
Definition
walnut /'wo:lnat/ isim ceviz This walnut tree is very old. Bu ceviz ağacı çok yaşlıdır. |
|
|
Term
|
Definition
want /wont/ fiil istemek I want to go home. Eve gitmek istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
war /wo:/ isim savaş We don't want war. Savaş istemiyoruz. |
|
|
Term
|
Definition
wardrobe /wo:droub/ isim gardırop, giysi dolabı She hung her clothes in the wardrobe. Giysilerini gardıroba astı. |
|
|
Term
|
Definition
warm /wo:m/ sıfat sıcak The weather was warm yesterday. Dün hava sıcaktı. |
|
|
Term
|
Definition
warn /wo:n/ fiil uyarmak I've warned you. Seni uyarmıştım. |
|
|
Term
|
Definition
was /waz, wız/ fiil bkz. be; She was at the bus stop. Otobüs durağındaydı. |
|
|
Term
|
Definition
wash /woş/ fiil yıkamak; yıkanmak Wash your hands before you start eating. Yemeye başlamadan önce ellerini yıka. |
|
|
Term
|
Definition
washing machine /'woşing mışi:n/ isim çamaşır makinesi I haven't got a washing machine. Çamaşır makinem yok. |
|
|
Term
|
Definition
watch /woç/ 1- fiil seyretmek, izlemek They are watching television. Televizyon seyrediyorlar. 2- isim saat, kol saati He looked at his watch. Saatine baktı. |
|
|
Term
|
Definition
water /'wo:tı/ 1- isim su Drink some water. Biraz su iç. 2- fiil sulamak Don’t forget to water the plants. Bitkileri sulamayı unutma. |
|
|
Term
|
Definition
waterfall /'wo:tıfo:l/ isim çağlayan There are beautiful waterfalls in Antalya. Antalya'da güzel çağlayanlar var. |
|
|
Term
|
Definition
watermelon /'wo:tımelın/ isim karpuz The watermelon I bought yesterday was delicious. Dün aldığım karpuz nefisti. |
|
|
Term
|
Definition
wave /weyv/ 1- fiil el sallamak She waved at me. Bana el salladı. 2- isim dalga We swam against the waves. Dalgalara karşı yüzdük. |
|
|
Term
|
Definition
wavy /'weyvi/ sıfat dalgalı The sea is wavy today. Deniz bugün dalgalı. |
|
|
Term
|
Definition
way /wey/ isim yol Show me the way, please. Bana yolu göster, lütfen. |
|
|
Term
|
Definition
we /wi, wi:/ zamir biz We are your friends. Biz senin arkadaşınız. |
|
|
Term
|
Definition
weak /wi:k/ sıfat zayıf, güçsüz I was very weak after my illness. Hastalığımdan sonra çok güçsüzdüm. |
|
|
Term
|
Definition
weapon /'wepın/ isim silah The police found a lot of weapons in the house. Polis evde birçok silah buldu. |
|
|
Term
|
Definition
wear /weı/ fiil wore /wo:/, worn /wo:n/ giymek Why don't you wear your new skirt? Neden yeni eteğini giymiyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
weather /'wedı/ isim hava What's the weather like there? Orada hava nasıl? |
|
|
Term
|
Definition
webcam /'webkem/ isim internet kamerası My webcam gives very clear pictures. Benim internet kameram iyi görüntü veriyor. |
|
|
Term
|
Definition
webcast /'webka:st/ isim internet yayını We watched the webcast of the match. Maçı internet yayınından izledik. |
|
|
Term
|
Definition
website /'websayt/ isim web sitesi There are many interesting websites online. Çevrimiçi birçok ilginç web sitesi vardır. |
|
|
Term
|
Definition
wedding /'weding/ isim nikâh, düğün The wedding was at 3 p.m. Düğün saat öğleden sonra 3'teydi. |
|
|
Term
|
Definition
week /wi:k/ isim hafta There are 52 weeks in a year. Bir yılda 52 hafta vardır. |
|
|
Term
|
Definition
weekend /wi:k'end/ isim hafta sonu What are you doing at the weekend? Hafta sonunda ne yapıyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
weigh /wey/ fiil 1- tartmak I weighed myself. Kendimi tarttım. 2- ağırlığında olmak, gelmek I weigh 36 kg. 36 kg ağırlığındayım. |
|
|
Term
|
Definition
weight /weyt/ isim ağırlık What's the weight of that stone? O taşın ağırlığı ne? |
|
|
Term
|
Definition
welcome /'welkım/ fiil hoş geldiniz demek, karşılamak We welcomed the teacher with flowers. Öğretmeni çiçeklerle karşıladık. |
|
|
Term
|
Definition
well /wel/ sıfat, zarf iyi You don't look well. İyi görünmüyorsun. |
|
|
Term
|
Definition
went /went/ fiil bkz. go She went to Morocco last year. Geçen yıl Fas'a gitti. |
|
|
Term
|
Definition
were /wö:, wı/ fiil bkz. be; They were half an hour late. Yarım saat geç kalmışlardı. |
|
|
Term
|
Definition
west /west/ isim batı Izmir is in the west of Turkey. İzmir Türkiye'nin batısındadır. |
|
|
Term
|
Definition
western /'westın/ 1- sıfat batılı France is one of the western countries. Fransa batılı ülkelerden biridir. 2- isim kovboy filmi Do you like westerns? Kovboy filmlerini sever misin? |
|
|
Term
|
Definition
wet /wet/ sıfat ıslak These trousers are still wet. Bu pantolon hâlâ ıslak. |
|
|
Term
|
Definition
whale /weyl/ isim balina The Blue Whale is the world's biggest animal. Mavi Balina dünyanın en büyük hayvanıdır. |
|
|
Term
|
Definition
what /wot/ zamir ne, neyi What do you want from me? Benden ne istiyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
whatever /wo'tevı/ zamir her ne She didn't listen to whatever he was saying. O her ne diyorsa dinlemedi. |
|
|
Term
|
Definition
wheat /wi:t/ isim buğday They grow wheat in these fields. Bu tarlalarda buğday yetiştirirler. |
|
|
Term
|
Definition
wheel /wi:l/ isim tekerlek This lorry has six wheels. Bu kamyonun altı tekerleği var. |
|
|
Term
|
Definition
when /wen/ zamir ne zaman When are you leaving? Ne zaman gidiyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
where /weı/ zamir nereye; nerede Where do you want to go? Nereye gitmek istiyorsun? |
|
|
Term
|
Definition
whether /'wedı/ bağlaç -ip -mediği(ni)I asked her whether she was coming. Ona gelip gelmeyeceğini sordum. |
|
|
Term
|
Definition
which /wiç/ zamir hangi Which bag is yours? Hangi çanta seninki? |
|
|
Term
|
Definition
while /wayl/ bağlaç esnasında, -ken She telephoned me while I was having a shower. Ben duş alırken bana telefon etti. |
|
|
Term
|
Definition
whisky /'wiski/ isim viski There was a bottle of whisky in the fridge yesterday. Dün dolapta bir şişe viski vardı. |
|
|
Term
|
Definition
whisper /'wispı/ fiil fısıldamak She whispered in my ear. Kulağıma fısıldadı. |
|
|
Term
|
Definition
whistle /'wisıl/ 1- isim ıslık I opened the window when I heard his whistle. Islığını duyunca pencereyi açtım. 2- düdük The referee lost his whistle. Hakem düdüğünü kaybetti. |
|
|
Term
|
Definition
white /wayt/ sıfat beyaz Where are my white socks? Beyaz çoraplarım nerede? |
|
|
Term
|
Definition
who /hu:/ zamir kim, kimi, kime Who are you? Sen kimsin? |
|
|
Term
|
Definition
whole /houl/ sıfat bütün, tüm She ate the whole cake. Bütün pastayı yedi. |
|
|
Term
|
Definition
whom /hu:m/ zamir kimi, kime Whom did you visit last week? Geçen hafta kimi ziyaret ettin? |
|
|
Term
|
Definition
whose /hu:z/ zamir kimin Whose gloves are these? Bunlar kimin eldivenleri? |
|
|
Term
|
Definition
why /way/ zamir niçin, neden Why did you go there? Oraya niçin gittin? |
|
|
Term
|
Definition
wide /wayd/ sıfat geniş This river is very wide. Bu nehir çok geniş. |
|
|
Term
|
Definition
widow /'widou/ isim dul kadın He married a widow last week. Geçen hafta dul bir kadınla evlendi. |
|
|
Term
|
Definition
widower /'widouı/ isim dul erkekMy boss is a widower. Patronum dul bir erkek. |
|
|
Term
|
Definition
width /widt/ isim en, genişlik What is the width of that door? Şu kapının genişliği ne kadar? |
|
|
Term
|
Definition
wife /wayf/ isim hanım, eş My wife works in a bank. Karım bir bankada çalışır. |
|
|
Term
|
Definition
wild /wayld/ sıfat vahşi That horse is very wild. Şu at çok vahşi. |
|
|
Term
|
Definition
will /wil/ fiil would /wud/ 1- -cek, -cakI will be there in 10 minutes. 10 dakika içinde orada olacağım. 2- Will you -er misiniz?, -ar mısınız? Will you please open the door? Lütfen kapıyı açar mısın? |
|
|
Term
|
Definition
willing /'wiling/ sıfat gönüllü, razı, istekli He doesn’t look too willing to help us. Bize yardım etmeye pek istekli görünmüyor. |
|
|
Term
|
Definition
win /win/ fiil won /wan/ kazanmak I think he is going to win the race. Bence o yarışı kazanacak. |
|
|
Term
|
Definition
wind /wind/ isim rüzgâr Can you hear the wind? Rüzgârı duyabiliyor musun? |
|
|
Term
|
Definition
window /'windou/ isim pencere Can you clean the windows, too? Pencereleri de temizleyebilir misin? |
|
|
Term
|
Definition
windy /'windi/ sıfat rüzgârlı I get a headache on windy days. Rüzgarlı günlerde başım ağrır. |
|
|
Term
|
Definition
wine /wayn/ isim şarap There is a bottle of wine in the fridge. Buzdolabında bir şişe şarap var. |
|
|
Term
|
Definition
wing /wing/ isim kanat The bird's wing was broken. Kuşun kanadı kırıktı. |
|
|
Term
|
Definition
winner /'winı/ isim kazanan, galip He was the winner of the match. O maçın galibiydi. |
|
|
Term
|
Definition
winter /'wintı/ isim kış Winter is the coldest season. Kış en soğuk mevsimdir. |
|
|
Term
|
Definition
wipe /wayp/ fiil silmekWipe the table please. Masayı sil lütfen. |
|
|
Term
|
Definition
wire /wayı/ isim tel Don't touch the electric wires. Elektrik tellerine dokunma. |
|
|
Term
|
Definition
wise /wayz/ sıfat akıllı, bilgili, bilge Gregory is a wise man. Gregory akıllı bir adam. |
|
|
Term
|
Definition
wish /wiş/ fiil arzu etmek, dilemek I wish you success in your new job. Yeni işinde başarı dilerim. |
|
|
Term
|
Definition
with /wid/ edat ile Come with me. Benimle gel. |
|
|
Term
|
Definition
without /wi'daut/ zarf, edat -siz, -sız; -meksizin, -medenI went there without money. Oraya parasız gittim. |
|
|
Term
|
Definition
witness /'witnis/ isim tanık The witness was lying. Tanık yalan söylüyordu. |
|
|
Term
|
Definition
wives /wayvz/ isim hanımlar, eşler (tekil wife)He's got two wives. Onun iki eşi var. |
|
|
Term
|
Definition
wolf /wulf/ isim (çoğulu wolves /wulvz/) kurt There were wolves in the forest. Ormanda kurtlar vardı. |
|
|
Term
|
Definition
woman /'wumın/ isim (çoğulu women /'wimin/) kadın What a nice woman! Ne hoş bir kadın! |
|
|
Term
|
Definition
won /wan/ fiil bkz. win;Who won the big prize in the competition? Yarışmada büyük ödülü kim kazandı? |
|
|
Term
|
Definition
wonderful /'wandıfıl/ sıfat harika, şahane, olağanüstü You're wonderful tonight! Bu gece harikasın! |
|
|
Term
|
Definition
wood /wud/ isim odun; tahta He put some wood in the stove. Sobaya biraz odun koydu. |
|
|
Term
|
Definition
woodpecker /'wudpekı/ isim ağaçkakan I've never seen a woodpecker in my life. Ben hayatımda hiç ağaçkakan görmedim. |
|
|
Term
|
Definition
wool /wul/ isim yün This suit is hundred percent wool. Bu takım elbise yüzde yüz yündür. |
|
|
Term
|
Definition
woollen /'wulın/ sıfat yünlü She wore a woollen jumper. Yünlü bir kazak giydi. |
|
|
Term
|
Definition
word /wö:d/ isim kelime, sözcükI don't believe a word you say! Söylediğin bir kelimeye bile inanmıyorum. |
|
|
Term
|
Definition
work /wö:k/ 1- fiil çalışmakI don't work on Sundays. Pazar günleri çalışmam. 2- isim iş; çalışma I usually go to work by bus. İşe çoğunlukla otobüsle giderim. |
|
|
Term
|
Definition
worker /'wö:kı/ isim işçi My father is a worker. Babam bir işçidir. |
|
|
Term
|
Definition
working /'wö:king/ sıfat çalışan, işçiMy father belongs to the working class. Babam işçi sınıfına mensuptur. |
|
|
Term
|
Definition
workman /'wö:kmın/ isim (çoğulu workmen /wö:kmın/) işçi The workmen have almost finished the bridge. İşçiler köprüyü hemen hemen bitirdiler. |
|
|
Term
|
Definition
workshop /wö:kşop/ isim atölye, iş yeri The tools in the workshop are very old. Atölyedeki aletler çok eski. |
|
|
Term
|
Definition
world /wö:ld/ isim dünya The world is round. Dünya yuvarlaktır. |
|
|
Term
|
Definition
worn /wo:n/ fiil bkz. wear; She has worn her green dress again. Yine yeşil elbisesini giymiş. |
|
|
Term
|
Definition
worry /'wari/ fiil 1- rahatsız etmek, kaygılandırmak, üzmek My mother's illness worries me. Annemin hastalığı beni üzüyor. 2- üzülmek, kaygılanmak Don't worry! Kaygılanma! |
|
|
Term
|
Definition
worse /wö:s/ sıfat daha kötü His English is worse than mine. Onun İngilizcesi benimkinden daha kötü. |
|
|
Term
|
Definition
would /wud/ fiil bkz. will; He said he would come. Geleceğini söyledi. |
|
|
Term
|
Definition
wound /wu:nd/ isim yara Did you see his wounds? Onun yaralarını gördün mü? |
|
|
Term
|
Definition
wrap /rep/ fiil paketlemek, sarmak Can you wrap this book in white paper? Bu kitabı beyaz kağıda sarar mısın? |
|
|
Term
|
Definition
wrestler /'reslı/ isim güreşçi The wrestler was very strong. Güreşçi çok güçlüydü. |
|
|
Term
|
Definition
wrinkle /'rinkıl/ isim kırışıklık My grandfather has deep wrinkles on his face. Büyükbabamın yüzünde derin kırışıklıklar var. |
|
|
Term
|
Definition
wrist /rist/ isim bilek, el bileğiShe broke her wrist playing basketball. Basketbol oynarken bileğini kırdı. |
|
|
Term
|
Definition
write /rayt/ fiil wrote /rout/, written /'ritın/ yazmak Write your name on the blackboard. Adını tahtaya yaz. |
|
|
Term
|
Definition
writer /'raytı/ isim yazar He wants to be a writer. Yazar olmak istiyor. |
|
|
Term
|
Definition
wrong /rong/ sıfat yanlışIs my answer wrong? Yanıtım yanlış mı? |
|
|
Term
|
Definition
wrote /rout/ fiil bkz. write;I wrote a letter to my uncle. Amcama bir mektup yazdım. |
|
|
Term
|
Definition
X-ray /eks'rey/ isim röntgen You must have an X-ray. Röntgen çektirmelisiniz. |
|
|
Term
|
Definition
yacht /yot/ isim yatThat old man has a yacht. Şu yaşlı adamın bir yatı var. |
|
|
Term
|
Definition
yawn /yo:n/ fiil esnemekHe is yawning again. Yine esniyor. |
|
|
Term
|
Definition
year /yiı/ isim yılI've been in Istanbul for five years. Beş yıldır İstanbul'dayım. |
|
|
Term
|
Definition
yellow /'yelou/ sıfat sarı I gave my yellow T-shirt to my brother. Sarı tişörtümü kardeşime verdim. |
|
|
Term
|
Definition
yes /yes/ zarf evetShe said "yes". "Evet" dedi. |
|
|
Term
|
Definition
yesterday /'yestıdi/ zarf dünWhere were you yesterday? Dün neredeydin? |
|
|
Term
|
Definition
yet /yet/ zarf henüz, daha It isn't dark yet. Henüz hava karanlık değil. |
|
|
Term
|
Definition
yoghurt /'yogıt/ isim yoğurtShe ate all the yoghurt. Bütün yoğurdu yedi. |
|
|
Term
|
Definition
you /yu:/ zamir 1- sen; sizYou are my best friend. Sen benim en iyi arkadaşımsın. 2- seni, sana; sizi, sizeI love you. Seni seviyorum. |
|
|
Term
|
Definition
young /yang/ sıfat genç Joe is the youngest student in our classroom. Joe sınıfımızda en genç öğrencidir. |
|
|
Term
|
Definition
your /yo:/ zamir senin; sizinIs this your book? Bu senin kitabın mı? |
|
|
Term
|
Definition
yours /yo:z/ zamir seninki; sizinki This pen is yours. Bu kalem seninki. |
|
|
Term
|
Definition
yourself /yı'self, yo:'self/ zamir kendin Do it yourself! Onu kendin yap! |
|
|
Term
|
Definition
yourselves /yı'selvz, yo:'selvz/ zamir kendiniz You must do these exercises yourselves. Bu alıştırmaları kendiniz yapmalısınız. |
|
|
Term
|
Definition
youth /yu:t/ isim gençlik In his youth he was a lorry driver. Gençliğinde bir kamyon şoförüydü. |
|
|
Term
|
Definition
zebra /zi:brı/ isim zebra Zebras live in Africa. Zebralar Afrika'da yaşarlar. |
|
|
Term
|
Definition
zero /'ziırou/ isim sıfırIt was nine below zero last night. Dün gece sıfırın altında dokuzdu. |
|
|
Term
|
Definition
zip, zipper /zip, 'zipı/ isim fermuarI want a black zip. Siyah bir fermuar istiyorum. |
|
|
Term
|
Definition
zoo /zu:/ isim hayvanat bahçesi Your friends are at the zoo. Arkadaşların hayvanat bahçesinde. |
|
|